Bireylerin dini veya tinsel inançları, içinde yaşadıkları toplumla, aileyle ve geçmişleriyle sıkı ilişki içindedir. Fakat bu tür inançların insanlık tarihindeki hemen her toplumda farklı şekillerde de olsa ortaya çıkmış olması, doğaüstü kavramlara inanma eğiliminin biyolojik bir temeli de olabileceğini düşündürür. 2004 yılında Amerikalı bir moleküler biyolog olan Dean Hamer, Tanrı inancının beyindeki kimyasallara bağlı olduğuna ve bunun da belirli bir gene -Tanrı genine- işaret ettiğine ilişkin bir hipotez oluşturdu. Söz konusu kimyasal, insanlarda SLC18A2 geni tarafından kodlanan VMAT2 (Vesicular Monoamine Transporter 2) isimli proteindir. 2005 tarihli, The God Gene: How Faith is Hardwired into our Genes (Tanrı Geni: İnanç, Genlerimiz ile Fiziksel Olarak Nasıl Bağlantılıdır) adlı kitabın da yazarı olan Hamer’ın bu hipotezi gerek dini çevrelerden, gerekse de bilim camiasından pek çok eleştiri aldı. Dolayısıyla, böylesi konularda oluşan bilgi kirliliğini dağıtmak adına konuyu irdelemenin faydalı olacağını düşünüyorum. Ayrıca bu kirliliğin büyük bir kısmından da, elde ettiği verileri yazdığı popüler bilim kitabı dışında hiçbir bilimsel kaynakta yayınlamayan Hamer’ın sorumlu olduğunu üzülerek belirtmek zorundayım.
Öncelikle Hamer’ın hipotezine, içerdiği ana argümanları sıralayarak daha yakından bakalım. Hipoteze göre;
1. Tinsellik (maneviyat, spiritüalizm) psikometrik yöntemlerle ölçülebilir.
2. Tinsellik eğilimine zemin hazırlayan temel nedenler kalıtsaldır.
3. Bu kalıtsallığın bir kısmı VMAT2 isimli proteinden kaynaklanıyor olabilir.
4. Bu protein, monoamin seviyelerini değiştirerek etki eder.
5. Tinsel bireyler doğal seçilim tarafından avantajlıdır çünkü doğal bir iyimserliğe sahiptirler; bu da fiziksel veya fizyolojik düzeyde olumlu etkiler yapar.
Sizi bilmem ama ben özellikle bu son maddeyi biraz fazla indirgemeci (Daniel Dennett’ın deyimiyle “açgözlü indirgemeci”) buluyor ve birazdan “eleştiriler” kısmında ele alacağım üzere de hatalı bir çıkarım olarak değerlendiriyorum. Ayrıca birçok kişi gibi kitabın ve dolayısıyla da genin ismini fazlasıyla medyatik buldum; Higgs bozonuna (nam-ı diğer "Tanrı parçacığı") yapışıp kalan çarpık anlamlardan hiç ders alınmamış gibi görünüyor. Veya belki de amaç budur, kimbilir. Ama peşin yargılara varmadan önce gelin, çalışmanın ayrıntılarına göz atalım.
Hamer “Tanrı geni” ile ilgili çalışmalarına 1998 yılında, Ulusal Kanser Enstitüsü için sigara tiryakiliği ve bağımlılık üzerine yaptığı bir araştırma sırasında başladı. Hamer’ın analizlerinde kullandığı tinsellik eğilimi ölçütü, psikiyatrist/genetikçi Robert Cloninger’ın çalışmalarına dayanır. [Cloninger, kişilik ölçümünde yaygın olarak kullanılan iki araç geliştirmiştir. Merak edenler için isimleri: TPQ (Tridimensional Personality Questionnaire) ve TCI (Temperament and Character Inventory.)] Buna göre, tinsellik eğilimi öz aşkınlık denen bir ölçütle hesaplanır, ki bu ölçüt de 3 alt kümeden oluşur:
a) öz unutkanlık; yani belli bir eyleme tam anlamıyla kendini vermek (örneğin okumak),
b) ben-ötesi özdeşleşme; yani kişinin kendisini, kendisinden daha büyük bir evrenle bağlantılı hissetmesi,
c) mistisizm; yani kanıtlanmamış olgulara inanma eğilimi. (Bu cümle mistisizmin tam doğru bir tanımı olmamakla birlikte, içerik olarak onu kapsar.)
Cloninger’e göre, bu ölçütleri bir arada ele alarak bir kişinin kendisini ne kadar tinsel hissettiğini ölçebiliriz. Öz aşkınlığın kalıtsal olduğu, L. Eaves ve N. Martin tarafından yapılan ikiz deneyleriyle gösterilmiştir. Ancak bu çalışmanın eleştirmenleri, belirli dinsel inançların (örneğin İsa’ya inanmak) herhangi bir genetik temeli olamayacağını, bu inançların aslında birer mem olduğunu belirtmiştir.
Öz aşkınlığa ilişkin genleri belirlemek için farklı cinsiyete, yaşa, eğitim düzeyine ve etnik arka plana sahip 1000 bireyi kişilik testlerine tabi tutan Hamer, hepsinin öz aşkınlık puanlarını belirler. Daha sonra aynı kişilerin genomlarını -DNA’larını- inceleyerek elde ettiği verileri, onların kişilik puanlarıyla karşılaştırır. Sonuç olarak da veri setindeki VMAT2 alellerinin %28’inde gözlemlenen bir varyasyonu, bu genin daha “tinsel” versiyonunu gösteren bir marker olarak belirler. Yani herkes aynı VMAT2 türüne sahip değildir, kendisi ve varyantı olmak üzere iki türü mevcuttur. VMAT2 varyantı 10. kromozomda yer alır; burada tek bir baz değişimi olmuş, A yerine C gelmiştir. Hamer, kitabında şöyle der:
“VMAT2 polimorfizmi ve öz aşkınlık arasında belirgin bir ilişki vardı. Kromozomlarında A yerine C bulunan bireyler daha yüksek tinsellik puanına sahipti. Tek bir bazda meydana gelen bu değişiklik, öz aşkınlığın her yönünü etkiliyordu; doğayı sevmekten Tanrı’yı sevmeye, evrenle bir olmaktan evren için kendini feda etmeye kadar.”
VMAT2 neden önemli?
Bir genin birbiriyle etkileşen çok sayıda işlevi arasından tek bir işlevini belirlemek zordur. Ama bir integral zar proteini olan VMAT2’nin, monoaminlerin (örneğin dopamin, noradrenalin, serotonin ve histamin) hücre sitozolünden sinaptik keselere taşınmasından sorumlu olduğu kabul edilmektedir. VMAT2, presinaptik nöronun sinaptik yarık içerisine nörotransmitter salma yeteneği açısından elzemdir. (Nörotransmitter: Nöronların başka nöronlarla veya hücrelerle iletişimini, dolayısıyla da sinirsel iletimi sağlayan kimyasallar.) Monoaminler beyinde balona benzeyen keselerin içinde saklanır; nöron bir sinyal oluşturduğunda kalsiyum iyonları salınır ve bu iyonlar VMAT2 moleküllerine bağlanır. Bu yolla ayrışarak, keselerde bulunan monoaminlerin sinaps içine geçişini sağlarlar. Kısacası VMAT2’nin çalışması engellenirse, nörotransmitterler (özellikle "inanç maddesi" olarak bilinen dopamin) normal yollarla sinaps içine salgılanamaz ve işlev göremez.
Bu monoamin nörotransmitterleri, beynin mistik inançlarla ilgili eylemlerini düzenlemede çok önemli bir rol oynuyor olabilir. Bu nedenle Hamer’ın hipotezine göre “Tanrı geni” diye isimlendirilen VMAT2, bazı insanların mistik bir deneyim olarak tanımladığı hisleri (örneğin Tanrı’nın veya başka varlıkların varlığını hissetme) veya genel anlamda tinselliği üretiyor olabilir. Böylesi bir avantajın evrimsel açıdan ne gibi etkiler yaratmış olabileceği, başka bir uyarlanımın sonucu olarak mı ortaya çıktığı vb sorular, daha kapsamlı araştırma gerektirmektedir. Fakat Dr. Hamer’a göre öz aşkınlık insanları daha iyimser, dolayısıyla daha sağlıklı ve sonuç olarak da çocuk sahibi olmaya (genlerini aktarmaya) daha yatkın hale getiriyor olabilir.
Laboratuvar deneylerinde VMAT2 üretme yeteneği sınırlanan farelerin doğduklarında çok daha küçük boyutlu oldukları, beslenme ve hatta hareket etme konusunda isteksiz davrandıkları gözlemlenmiş ve deneklerin hepsi 2 hafta içinde ölmüştür. Monoaminler ve dolayısıyla da VMAT2, algı ve derin düşünmeden sorumlu talamokortikal kompleksin ve duygusal tepkileri oluşturan limbik beyin sapı sisteminin kontrol edilmesinde önemli rol oynar. Talamokortikal sistem, tinsel durumun zirve yaptığı anlarda (örneğin Budistlerin meditasyonu veya trans hali) beyindeki kan akışını ve enerjiyi gitgide kendisine çeker; bu da beynin diğer bölgelerinin işleyişini yavaşlatır ve deafferentasyon (duyu kaybı) meydana gelir. Deafferentasyondan etkilenen beyin bölgelerinden birisi de bedenin uzaydaki yerini belirlemekten sorumlu kısımdır. Kan dolaşımındaki azalmayı fark eden bu bölge, limbik sisteme sinyal yollar; limbik sistem de tekrar talamokortikal sistemi uyarır. Bu durumda talamokortikal sistem kendisine daha da fazla enerji çekmeye zorlanır ve sonunda beyinde bir geribesleme döngüsü oluşur. Bu döngü, gittikçe artan bir bedenden kopuş veya bedeni aşma hissi yaratır ki çoğu kişinin “mistik bir deneyim” yaşadığını söylediğinde hissettiği şey budur. Hamer’a göre VMAT2 geninin belli bir varyantına sahip olan bireylerin beyninde bu tür geribesleme döngüleri -dolayısıyla mistik deneyimler- daha sık ve kolay bir şekilde oluşur.
Hamer’ın çıkarımlarına yöneltilen eleştiriler:
Hamer bile VMAT2’nin tinsellikte tek başına rol oynamadığını, tinselliğin tek bir gene veya sinirsel sürece indirgenemeyecek kadar karmaşık bir olgu olduğunu ve benzer işlevi gören VMAT2 dışında 50 gen daha bulunabileceğini söyler. Fakat çalışmasından yaptığı çıkarımları yine de birçok sıkıntı içermektedir. Birincisi, tinselliği Cloninger’in çalışmalarına dayanarak tanımlamış olmasıdır. Cloninger, testlerini aşırı tinsel olduklarını düşündüğü kişiler (Albert Schweitzer, Mahatma Gandhi, Katolik azizler, Budist rahipler vb) üzerinde gerçekleştirmiş ve onları “tinsel” sınıfına sokan bazı özellikler belirlemiştir. Ama Cloninger’in belirlediği kriterlerin, sadece Batı toplumunun bireysel tinsellik algısını yansıtıyor olması muhtemeldir. Bu kriterler Batı toplumlarındaki algının ötesine geçebilmiş midir? Diğer toplumlarda bir değeri var mıdır? Bu testler, Amerika’da çok çeşitli etnik kökenden insana uygulanmış olsa da, ABD dışında yapılmamıştır. Bu da tinsellik ölçütü konusunda standardizasyon sorunu yaratan bir durumdur.
İkincisi Hamer’ın hipotezi, dinsel davranışı kanıt olarak nasıl değerlendirdiğine ilişkin belirsizlikler içerir. Hamer’a göre din ile tinsellik farklı şeylerdir: Din kültürel olarak aktarılır, oysa tinsellik eğilimi tamamen genetiktir; herhangi bir tanrı veya din gerektirmez. Hamer, din ve tinselliğin aynı birimlerle ölçülemeyeceği konusunda ısrar eder ve örgütlü din taraftarlarının, dindar olmayan kişilere göre daha düşük bir öz aşkınlık puanına sahip olduklarını hatırlatır. Fakat ‘Tanrı geni’nin evrimsel uyum açısından oynadığı role dair bir argüman üretmeye çalıştığında, dinsel davranışları (örneğin dinin, toplumsal dayanışmanın gelişimi ve korunumunda oynadığı rol) temel alır. Bu çelişki, Hamer’ın çalışmasındaki çok daha önemli bir sıkıntıya işaret eder: Bir yandan, farklı tinsellik düzeylerini belli bir gene dayandırmak suretiyle, bireysel farklılıkların olabileceğini söyler. Diğer yandan ise tinselliğin türümüze has bir özellik, bütün insanlığın evrimsel mirası olduğunu söyler. Birinci durumda din, tinselliğin karşıtı gibi görünür; tinsellik bireysel, din ise toplumsaldır. İkincisinde ise din ve tinsellik birbirinin yerini alabilir, yani Doğu Avrupa’nın Venüs heykelcikleri veya Paleolitik ayı klanları (ayıya tapanlar) eski tinsellik örnekleri olarak gösterilebilir.
Önemli evrimsel biyologlardan biri olan ama bilime zarar verdiğini düşündüğü evrimsel psikoloji alanını her fırsatta sert bir dille eleştirmekten de çekinmeyen PZ Myers, Hamer’ın meşhur Tanrı genine ilişkin şu yorumu yapar:
“Bu bir pompa. Beyin faaliyetleri sırasında nörotransmitterleri taşınma işlemi için paketleyen, ufak tefek bir pompa. Evet, önemli; hatta dinsel düşünce gibi daha üst düzey işlemler açısından etkin ve zaruri de olabilir. Ama bir ‘tanrı geni’ değil ... VMAT2 sorunun cevabı değil, var olan birçok parametreden sadece birisidir. Ve bence dikkatimizi sürecin gerçek ve şaşırtıcı karmaşıklığına vermemiz gerekirken, Kristof, Hamer ve Pinker gibi yüzeysel kaşiflerin gelip bize saçma hikayeler anlatması gerçek biyoloji kavrayışımıza zarar vermektedir; gerçi büyük ihtimalle onların kariyeri açısından faydalı oluyordur. Piyasada basit açıklamaların alıcısı her zaman olacaktır, yanlış olsalar bile.”
Kitaptaki çelişkiler Avatar filmindeki New Age havasını hatırlatırcasına devam eder:
“Öz aşkınlığın ikinci kümesi olan ben-ötesi özdeşleşmenin en belirgin özelliği, evrenle ve içindeki canlı veya cansız, insan veya insandışı, görülebilen, duyulabilen, koklanabilen veya başka şekilde duyumsanabilen her şeyle bağlantılı olma hissidir. Bu alanda yüksek puan alan kişiler başka insanlarla, hayvanlarla, bitkilerle, nehirlerle ve dağlarla duygusal açıdan derin bir bağ hissedebilir. Bazen her şeyin, yaşayan bir organizmanın birer parçası olduğu hissine kapılırlar...Ben-ötesi özdeşleşme, insanların başkalarına yardım etmek amacıyla kişisel fedakarlıklarda bulunmasına neden olur; örneğin savaşlara, yoksulluğa ve ırkçılığa karşı savaşmak gibi...Ben-ötesi özdeşleşme puanları düşük olan kişiler ise kendilerini evrenle daha az bağlantılı, dolayısıyla da dünyadaki olaylardan daha az sorumlu hisseder. Başkalarından çok kendileriyle ilgilenirler, doğayı korumaktan ziyade kullanmaya eğilimlidirler.”
Bu alıntı, pratikte kafa karıştırıcı birçok nokta içeriyor. Örneğin daha önce, örgütlü din taraftarlarının dindar olmayan kişilere göre daha düşük bir öz aşkınlık puanına sahip olduğu söylenmişti. Bu durumda dindarların ben-ötesi özdeşleşme puanları da düşük olmalıdır, yani örgütlü din mensupları evrenle bağlantı hissetmeyen, bencil ve kişisel fedakarlıkta bulunmayan kişilerdir. Buraya kadar sorun yok gibi. Fakat diğer yandan, Müslüman bir intihar bombacısının, kendisini inandığı din uğruna havaya uçurması (fedakarlık) için oldukça yüksek bir öz aşkınlık puanına sahip olması gerektiği de düşünülebilir. Ama burada da işin içine şehitlik kavramı girer, ki bu durumda gerçek bir kişisel fedakarlıktan bahsedemeyiz; bu, cennete gitme inancıyla yapılan tamamen bencilce bir eylemdir. Hamer’ın çıkarımlarını yaparken bu ve benzeri ince noktaları gözettiğini sanmıyorum. Peki ya öz aşkınlığın üçüncü kümesi olan mistisizm? Herhalde örgütlü din mensupları ateistlerden daha mistiktir!? O zaman puanları neden daha düşük çıkıyor?
Hepsi bir yana, Hamer’ın çıkarımlarında daha da büyük bir hata yaptığına inanıyorum. Şöyle diyor: “Mistisizm alanında düşük puana sahip olan bireyler daha materyalist ve nesneldir. Tuhaf bir ekmek dilimi veya beklenmedik bir park yeri gördüklerinde, bunu sadece bir tesadüf olarak değerlendirirler. Bilimsel olarak açıklanamayan şeylere inanmazlar.”
Burada tanımlanan insan tipinin tam zıttı olan postmodernistlerin ve New Age fanatiklerinin mistisizm puanı epey yüksek çıkıyor olmalı, öyleyse sorun yok. Ama yine bu tanıma göre ben-ötesi özdeşleşme ve mistisizm puanları düşük olan rasyonel kişiler bencil, fedakarlıkta bulunmayan ve doğru kararlar alamayan insanlar olarak tarif ediliyor. Mesela bütün ömrünü çalışmalarına adamış, gerektiğinde bunun için hayatını bile feda etmiş bilim insanları bu tanıma ne kadar uyuyor? İnsanlığa faydası dokunan çoğu buluş, nirvanaya ulaşmaya çalışarak meditasyon yapan mistiklerin veya Tanrı’ya yakaran dindarların değil, sorgulayan ve merak eden rasyonel insanların zihninden çıkmıştır. Yapılan fedakarlığın kıyası bile mümkün değil bence. Dolayısıyla puanlamalar ile gerçek insanlar kıyaslandığında tutarsızlıklar ortaya çıkıyor.
Hamer’ın bakış açısındaki sıkıntılardan birisi de tinsel yanı ağır basan kişilerin, evrimsel başarı bağlamında rasyonel kişilerden daha “iyi durumda” olacaklarını, tinselliğin doğal seçilim açısından bir avantaj yarattığını varsaymış olmasıdır. Bu varsayım, her şeyi biyolojiye indirgeme hatasının yanı sıra, basit bir mantık hatası da içerir. Geçmişteki insan toplumlarında din ve benzeri doğaüstü inançların üstlendiği olumlu görevleri yadsıyacak değiliz; ancak yukarıda da değindiğim gibi, kültürel ve bilimsel ilerlemenin ancak ve ancak doğadaki olguların sorgulanmasıyla ortaya çıktığını unutmamak gerekir. Tinsel kişiler dünyayı ve evreni sorgulamaz, dogmatiktir. İnsan ömrünü uzatan, yaşam kalitemizi arttıran onca buluşu düşünün. Bu yüzden tinsellik eğiliminin, türümüzün sağkalımı açısından bir avantaj olarak değerlendirilmesine katılmıyorum. Hatta daha da ileri giderek, bunun zararlı bir mutasyon olduğunu bile söyleyebilirim :) Şaka bir yana, bunlar gerçekten de çetrefilli konular ve şu anda hiçbirimizin bu konuda kesin bir yargıda bulunacak durumda olduğunu düşünmüyorum; en azından bilimsel kanıtlar buna izin verene kadar. O yüzden Tanrı Beyni isimli kitaptan bir alıntı yapmak isterim:
“İnsan beyni cevaplayamayacağı olasılıklar hayal edip sorular sorar. Bu da stres demektir. Beyin yanıtlardan hoşlanır. İnsanlar stresi başka şeye dönüştürmenin ve bundan kaçınmanın yollarını geliştirmiştir ... Soru özünde şudur: Dinsel bir özellik onu destekleyen bireylerin evrimsel başarısını mı yükseltir, yoksa bireyin bir üyesi olduğu grubun evrimsel verimliliğini mi?”
Belki de VMAT2’nin evrimsel süreçte insan popülasyonlarında geçirdiği değişimi gösteren kapsamlı bir soy ağacı çıkarılsa, bütün sorularımıza cevap alabiliriz. Kitabı eleştiren önemli bilim yazarlarından Carl Zimmer’in yorumu da şöyle: “Öyle görünüyor ki Hamer, bu fikirleri kendisi test etmeye zahmet etmemiş. Örneğin, doğal seçilimin öz aşkınlığı değil, VMAT2’nin başka bir özelliğini desteklemiş olabileceğini hiç göz önünde bulundurmamış. (Bu gen, birçok işlevinin yanı sıra beyni nörotoksinlerden korur.) Tanrı geninin hiçbir evrimsel faydası olmayabileceği ihtimali üzerinde de durmamış. Bazen çok yaygınmış gibi görünen genlerin, aslında sadece rastgele genetik sürüklenme ile yayıldığını görürüz. Hamer bu önemli soruları irdelemek yerine, insan davranışının evrimiyle ilgili her hipotezin tamamen spekülatif olması gerektiğini beyan ediyor. Ama bu en basit tabirle yanlıştır.”
Hamer ve onun “Tanrı geni”, beklendiği üzere dini çevrelerden de sert eleştiriler almıştır. Anglikan rahip Polkinghorne, Daily Telegraph’a verdiği bir röportajda şöyle demişti: “Tanrı geni fikri, sahip olduğum tüm kişisel dini inançlara aykırı. İmanı, genetik sağkalımın en küçük ortak paydasına indirgeyemezsiniz. Bu, indirgemeci düşünce şeklinin ne kadar aciz olduğunun bir göstergesidir.”
Papaz W. Houston ise şunları söyledi: “Dini inanç kişinin bünyesine bağlı değildir; toplumla, geleneklerle, kişilikle ve geri kalan her şeyle ilişkilidir. Bütün bunları başaran bir gen olması bana pek muhtemel gelmiyor.”
Bunlara cevaben Hamer, böylesi bir genin Tanrı inancı ile çelişmediğini; dindarların bu geni, yaratıcının dehasının bir diğer göstergesi olarak değerlendirebileceğini belirtmiştir. Hamer kitabında şu satırı sık sık tekrarlama ihtiyacı duyar: “Bu kitap Tanrı’nın değil, Tanrı geninin var olup olmadığı ile ilgilidir.”
Sonuç:
Hamer’ın, inancın sinirsel bir temeli de olması gerektiği konusundaki akıl yürütmesi gayet güzel ve doğru bir yaklaşımdır; ancak vardığı sonuçlar, çalışmasından elde edilen verilere göre biraz fazla kapsamlı, fazlasıyla indirgemeci ve zaman zaman da hatalıdır. Kültüre özgü kanıtlara dayanarak insan biyolojisi üzerine evrensel bir argüman oluşturmak aceleci ve tehlikeli bir iştir. Fakat Hamer yine de bize, tinsel davranışa ilişkin bir ön hipotez vermiştir ve kanımca bu fikir, ileri araştırmalardan geçirilmeyi de hak etmektedir. Ancak Hamer ne yazık ki çalışmasını yalnızca popüler bir kitleye sunmuş, vardığı sonuçların dayanağı olan metodolojiye, verilere ve ayrıntılı bulgulara ilişkin herhangi bir bilgilendirme yapmamıştır. Bu da bilim insanlarının onun çalışmasını takip etmesini veya kendi çalışmalarıyla kıyaslamasını zorlaştırır, hatta imkansız kılar. Hamer bu bilgileri bilimsel camia ile paylaşmadığı sürece, kafalarda oluşan sorular da tam anlamıyla cevaplanamayacaktır. Kimbilir, belki de kitabın yayımlanma amacı budur; ileri araştırmalar için cazibe ve ödenek yaratmak.
Bazı bireylerin tinselliğe biyolojik olarak daha yatkın olduğu fikri, insanların din ve benzeri doğaüstü inançlara bakış açısını şüphesiz değiştirir. Benim gibi herhangi bir dini inancı olmayan ateist/agnostik kişiler için bu değişiklik, sadece sorgulama, çıkarım yapma ve yeni bilgiler edinme bağlamında olacaktır. Kısacası sonunda dini inançların genetik bir temeli olmadığı ortaya çıksa bile, bu durum dindar olmak için bir sebep yaratmayacaktır. En azından kendi adıma böyle. Ama burada özellikle dindar kişilerin sorgulaması gereken birçok nokta bulunuyor: Bir insanı, inanmayı seçtiği din yüzünden yargılamak veya onu başka bir dine inandırmaya çalışmak ne kadar doğrudur? VMAT2 veya benzeri genlerin varlığı, cennet ve cehennem kavramlarını nasıl etkiler? Tinselliğin kalıtsal olması, hiç kimsenin inancı yüzünden övgüyü veya yergiyi hak etmediği anlamına gelmez mi? Tanrı bu geni neden yaratma ihtiyacı duymuştur? Yoksa Tanrı sadece beynimizin yarattığı bir şey midir? Din bir hastalık mıdır? Dini inancı olmayan bizler ise şöyle sorular sorabiliriz: Eğer böyle bir gen (veya genler) gerçekten de tinselliğin oluşmasında bu kadar etkiliyse, evrimsel faydası tam olarak nedir? Körelmekte midir, yoksa evrilmekte mi? Bu genlerde meydana gelen mutasyonlar, evrimsel süreçte ne gibi değişikliklere neden olabilir? Dinlerin evrimi, biyolojik evrimimizde tam olarak nereye oturur? Geleceğin insan toplumlarında tinselliğin düzeyi nasıl olacaktır? Doğaüstüne olan yaygın eğilim yok olabilir mi? Gen gerçekten de “o kadar” bencil midir? Yoksa bütün bunlar, kültürel aktarım birimi olan memlerin, yeri gelince genlere üstün gelebildiğinin apaçık bir göstergesi midir? Sonuç olarak, bu soruların hiçbiri aklımıza gelmiyorsa bile en azından şunu diyebilmeliyiz: VMAT2 genine dikkat çeken Hamer’a, bize “mem” kavramını kazandıran Richard Dawkins’e, evrim, sinirbilimi ve sosyolojiyi bir araya getirerek çalışmalarını gerçekleştiren sayısız bilim insanı ve düşünüre sırf bu soruları sorabildiğimiz için bile teşekkür borçluyuz.
Şu yazılar da ilginizi çekebilir:
Kaynaklar: