Bugün biliyoruz ki gezegenimizdeki yaşam bundan yaklaşık 3,5-3,9 milyar yıl önce başladı ve günün birinde de sona erecek; en azından yaşam koşulları birçok canlının hayatını sürdürememesine sebep olacak şekilde değişecek. Gezegenimizin geçmişinde şu an için bildiğimiz 5 büyük tükenme olayı (kitlesel yok oluş) meydana gelmiştir. Bunlardan ilki (Ordovisyen-Silüryen tükenmesi) yaklaşık 439 milyon yıl önce meydana gelmiş ve deniz canlısı familyalarının %25’inin, deniz canlısı cinslerinin de %60’ının yok olmasına neden olmuştur. En büyük tükenme olayı ise bundan yaklaşık 250 milyon yıl önce yaşanan, mevcut canlı türlerinin %90-95’inin ölümüne yol açan ve Büyük Yok Oluş olarak da bilinen Permiyen-Triyas Yok Oluşudur. Tarihsel anlamda en yakın zamanlı olanı ise 65 milyon yıl önce meydana gelen ve dinozorlar da dahil olmak üzere hayvanların %85’inin neslinin tükenmesine yol açan Kretase-Paleojen (eski adıyla Kretase-Tersiyer) yok oluşudur.
Gezegenimizin geleceğine ilişkin tahminler, elimizdeki birtakım uzun dönemli etkilere bakılarak yapılabilmektedir. En önemli etkiler Dünya yüzeyindeki kimyasal süreçler, gezegenin iç kısımlarındaki soğuma, Güneş Sistemi’ndeki diğer nesnelerle olan etkileşim ve Güneş’in parlaklığında meydana gelen artıştır. Ayrıca şu anki gidişatın devam etmesi halinde, teknolojinin de bu süreçte büyük bir etkisi olacak gibi görünüyor. Öncelikle bu uzun dönemli etkiler konusunda bildiklerimizin ışığında, Dünya’nın geleceğine ilişkin beklenen senaryoyu kısaca özetleyelim:
Önümüzdeki 4 milyar yıl içinde Güneş’in parlaklığı arttıkça (1,1 milyon yıl içinde şu andakinden %10 fazla olacak), Güneş’ten Dünya’ya ulaşan radyasyon miktarında da ciddi bir artış yaşanacak; bunun sonucunda silikat minerallerinin ayrışma oranı artacak ve böylece atmosferdeki karbondioksit oranında büyük bir düşüş meydana gelecek. 600 milyon yıl içinde karbondioksit seviyesi, ağaçlar için gerekli olan C3 karbon fiksasyon fotosentezi açısından yetersiz hale gelecek. Bazı ağaçlar C4 fiksasyon yöntemini kullandıkları için düşük karbondioksit seviyelerine daha dayanıklı olsalar da, eninde sonunda ölecekler ve Dünya’daki bitkilerin yaşamı sona ermiş olacak. Bitki yaşamının sona ermesini takiben onlara bağımlı olan birçok canlı türü de yok olup gidecek. Güneş’in artan parlaklığı ayrıca, atmosferin “nemli bir seraya” dönüşmesine neden olarak okyanusların buharlaşmasına da yol açacak. Bütün bunların sonucunda meydana gelebilecek bir diğer durum da, levha tektoniğinin ve dolayısıyla gezegenin manyetik dinamosunun sona ermesidir. Böylece manyetosfer bozunacak, dış atmosferdeki gazlarda hızlı bir azalma meydana gelecek ve Dünya yüzeyindeki ısı artışı bir “kaçak sera etkisi” yaratacak (4 milyar yıl sonra). İşte bu noktada, Dünya’daki canlılığın neredeyse tamamı yok olup gidecek. Bir de daha uzun vadede yapılan tahminler var; bunlar arasında en yüksek ihtimale sahip olan senaryoya göre, 7,5 milyar yıl içinde kırmızı dev aşamasına gelmiş olan Güneş gezegenimizi içine çekip yok edecek. Bu senaryolara ek olarak bir de yine yaklaşık 4 milyar yıl sonra gerçekleşeceği hesaplanan, bizim galaksimiz olan Samanyolu’nun komşusu Andromeda galaksisiyle çarpışma ihtimali var; bununla ilgili ayrıntıları şu yazıda bulabilirsiniz.
Diğer yandan Dünya’daki yaşam, hiç bu aşamalara geçilemeden çok daha beklenmedik etkenlerle de son bulabilir; nükleer savaştan, pandemik salgınlardan tutun da bir göktaşı çarpmasına kadar (Kretase-Paleojen yok oluşundaki gibi), şu anda belki aklımıza bile gelmeyen birçok faktör ortaya çıkabilir. Ama sebebi ne olursa olsun, canlılar açısından tıpkı geçmişte olduğu gibi risk yaratan pek çok farklı koşulun meydana geleceği açık. Bunları iklim değişimleriyle birlikte gelen aşırı soğuk, aşırı sıcak, kuraklık, radyasyon, atmosfer gazlarında değişim, toksik etkiler ve atmosferik basınç değişiklikleri şeklinde sıralayabiliriz.
Yazının bundan sonraki bölümünde, Dünya’nın geleceğinde yaşanacak bu zor koşullar altında -din konusundaki görüşlerimi bilenlerin yanlış anlamayacağından duyduğum güvenle bir benzetme yapmak gerekirse, “kıyamet günlerinde”- hayatta kalma şansı yüksek olan birtakım süper canlılara, diğer bir deyişle ekstremofillere kısaca değinmek istiyorum. Belki de bu bağlamda çoğumuzun ilk aklına gelen hamamböcekleri olacaktır; ama iş hayatta kalma rekorlarına geldiği zaman önceliği onlara veremiyoruz (neyse ki!). Önce bu ekstrem koşullara, sonra da bu süper canlılara kısaca değinmeden evvel kriptobiyoz adı verilen bir süreçten bahsetmek faydalı olur.
Kriptobiyoz, bir organizmanın değişen yaşam koşullarına (kuraklık, dondurucu soğuk, oksijensizlik gibi) uyum sağlamak için metabolizmasını sıfırlamak suretiyle girdiği bir süreçtir. Bu aşamada metabolizma tamamen duracağı için üreme, gelişme ve tamir işlemleri gerçekleşmez. Kriptobiyoz halindeki bir canlı, ortam koşulları düzelene kadar -veya sonsuza dek- hayatta kalabilir; koşullar yeniden uygun hale geldiği zaman da eski metabolik durumuna dönerek yaşamını sürdürür. Kriptobiyozun birçok türü vardır, ama bu yazıda bunların ayrıntılarına çok fazla girmek istemiyorum; o yüzden şimdi gelin, şu ekstrem koşullara kısaca göz atalım.
SOĞUK
Soğuksever organizmalarla ilgili araştırmalar bilim insanları için özellikle önem taşır, çünkü Güneş Sistemi’nde dünyadışı yaşamın olabileceğini düşündüğümüz bütün bölgeler (Mars ve Europa gibi) soğuk ve buzludur. Dünya’daki habitatlardan %80’inin ısısı 5°C’den düşüktür. Bu sıcaklığın altına indiğinizde, canlılığın kimyasal süreçlerini düzenleyen enzimlerin çalışması ciddi anlamda yavaşlar. Sıcaklık 0°C’nin de altına düştüğü zaman koşullar daha da ağırlaşır; hücrelerin etrafında buz kristalleri oluşmaya başlar ve bu kristaller hücrelerin içindeki suyu çekerek, zarlarının ve içeriklerinin yırtılarak zarar görmesine sebep olur.
Fakat yine de bu zorlayıcı koşullar altında hayatta kalabilen canlılar vardır. Bazı canlıların vücudunda üretilen antifriz proteinleri (AFP), küçük buz kristallerine bağlanarak buzun büyümesini ve yeniden kristalleşmesini engeller. Soğuk kıyametin süper canlıları listesinde ilk aklımıza gelenler mikroplar olabilir (aklınıza yine hamamböcekleri geldiyse, soğuktan pek de hoşlanmadıklarını hatırlatayım); ama soğuğa en dayanıklı olan mikrop türlerinin bile -15°C’nin altında üremeleri duracağı için birincilik ödülünü onlara veremiyoruz. Bu şeref, çok daha karmaşık hayvanlara aittir. Örneğin Tardigradlar -200°C’de günlerce, -273°C’de birkaç dakika hayatta kalabilmektedir; kırmızı yassı kın kanatlı böcekler ise -150 °C’de yaşamlarını sürdürebilir.
SICAK
Isı canlılık için büyük önem taşır. Fazlası, suyun kaynayıp buharlaşmasına neden olur ve su olmadan da hiçbir canlı hayatta kalamaz. Fakat elbette bu durum denizin derinliklerinde yaşayan canlılar için herhangi bir risk yaratmaz; örneğin ısısını Dünya’nın çekirdeğinden elde eden hidrotermal bacalarda sıcaklık 400 °C’yi bulabilir. Canlıların dayanabildiği en yüksek sıcaklık, DNA ve protein gibi karmaşık moleküllerin kimyasal bağlarının kopmaya ve bu moleküllerin parçalanmaya başladığı sıcaklıktır. Bu nedenle aşırı sıcak ortamlarda hayatta kalabilmenin sırrı, canlının sahip olduğu ekstremozim denilen ve aşırı sıcak koşullarda da çalışabilen enzimlerde yatar. Ekstremozimlerin amino asitleri, başka enzimlerin yapısının bozulacağı ortamlarda (aşırı sıcak, aşırı tuzlu, aşırı düşük/yüksek pH vb) üç boyutlu yapılarını koruma yeteneğine sahiptir.
Resim: Bir hidrotermal baca
Şu an için bildiğimiz, yaşamın uzun süre devam edebildiği ve gelişebildiği en yüksek sıcaklık 122 °C’dir ve rekor Methanopyrus kandleri (Strain 116) isimli bir arkeye aittir (Kaynak). Hemen arkasından da Geogemma barossii (Strain 121) isimli bir diğer arke gelir. Hidrotermal bacalarda keşfedilen bu tek hücreli mikroplardan Strain121’in 130°C’de ölmese de üremesinin durduğu, sıcaklık normal değerlere getirildiğinde de yeniden üremeye devam ettiği saptanmıştır. Tardigradlar (aşağıda daha ayrıntılı bir şekilde anlatılacak) ise 151 °C’de birkaç dakika hayatta kalabilir.
Resim: Methanopyrus kandleri
KURAKLIK
Dünya’daki canlılık açısından en vazgeçilmez şey sudur. Bütün hücreler kimyasal reaksiyonları ve hücre zarlarının sağlamlığı için suya gereksinim duyar ve birçok hayvan için kuraklık, ölüm demektir. Fakat bazı istisnai hayvanlar (bunlara kserofilik canlılar deniyor) kriptobiyoz aşamasına geçerek, sabırla kuraklık dönemlerinin geçmesini bekler (kriptobiyozun bu türüne anhidrobiyoz denir).
Tardigradlar, rotiferalar (tekerlekli hayvanlar), yuvarlak solucanlar (nematodlar), bazı karideslerin larvaları (örneğin Artemia salina) ve bir sinek türü kendilerini kurutup bir topak haline getirerek kuraklığın geçmesini bekler. Birçok liken ve yosun türü, kaktüsler, bazı mantar (örneğin Trichosporonoides nigrescens) ve bakteriler ve yüzlerce tohumlu bitki türü de aynı şekilde kuruyarak, yıllarca ve hattâ bazen on yıllarca koşulların iyileşmesini bekler.
RADYASYON
Radyasyon direnci, yüksek oranda iyonlaştırıcı radyasyon (ışınım) varlığında yaşayabilen canlılara ait bir özelliktir. Yapılan çalışmalar çok sayıda böcek, bitki ve solucan türünün radyasyona dirençli olduğunu göstermiştir. Bir nükleer savaşta hamamböceklerinin dünyayı istila edecek kadar radyasyona dayanıklı olduğu efsanesi bu bilgilerin ışığında çöker; hamamböcekleri gerçekten de birçok omurgalıya göre radyasyona daha dayanıklıdır, ama ondan çok daha dayanıklı böcek türleri mevcuttur (örneğin meyve sineği ve Braconidae familyası).
Bu alanda rekor Thermococcus gammatolerans isimli bir arkeye aittir. Bu süper canlı için öldürücü doz 30.000 Gy’dir; bu sınır insanlar için 4-10 Gy, fareler için 4,5-12 Gy, Alman hamamböceği için 60-150 Gy, meyve sinekleri için 640 Gy, Braconidae familyası (parazitik eşek arısı türlerini kapsar) için 1800 Gy, Tardigrad için 5000 Gy, Deinococcus radiodurans için 15.000 Gy’dir.
Şimdi gelin, süper canlılardan bazılarına kısaca göz atalım...
Tardigrad
– Siz keyfinize bakın; ben uzayda da yaşayabilirim…
Tardigrad (su ayısı) başka herhangi bir hayvanı öldürebilecek ekstrem koşullarda yaşayabilen ilginç bir hayvandır ve şu an için saydığımız başlıkların hemen hepsinde (radyasyon direnci hariç) rekoru elinde tutmaktadır. Kıvrılıp metabolizmasını “kapatarak” (normal metabolizmasının %0,01’ine düşürerek) şartların iyileşmesini bekleme yeteneği (kriptobiyoz) sayesinde Dünya’da hemen her yerde, her koşulda, hattâ uzayda bile hayatta kalabilir.
2007 yılında susuz bırakılarak uzaya gönderilen Tardigradlar, uzayın oksijensiz boşluğunda -üstelik dondurucu bir soğukta- güneş ışınlarının radyoaktif etkisine karşı göğüs gererek, "uzay ortamında sağ kalmayı başaran ilk hayvan" olma ünvanına erişmiştir (bunu başaran bakteri sporları ve likenler vardır, ama hayvanlar alemindeki ilk ve tek canlı Tardigrad'dır).
Rapor edilen bir vakadaysa, 120 yıllık bir Tardigrad örneğinde bacak hareketine rastlandığı bildirilmiştir; fakat bu durum genel anlamda “hayatta kalmak” olarak değerlendirilmediği için susuzluğa dayanabilme süreleri şimdilik 10 yılla sınırlandırılmıştır. (Aşırı soğuk koşullarda vücutlarındaki su oranını %85’ten %3’e düşürebilirler; böylece donarken genleşen suyun vücutlarını yırtıp parçalamasını engellemiş olurlar.)
Hayatta kalabildikleri sıcaklık 151°C ile -273°C arasında değişir.
Vakumlardaki çok düşük basınca ve atmosferik basıncın 1200 kat fazlasındaki basınçlara göğüs gerebilir; hattâ bazı türleri 6.000 atm.’lik basınca (en derin okyanus çukurlarındaki basıncın neredeyse 6 katı) bile dayanabilir.
İnsanlar için öldürücü olan radyasyon dozunun 1000 kat fazlasına dirençlidir (insanlarda öldürücü doz 5-10 Gy’dir). 5.000 Gy (Gama ışınları) ve 6.200 Gy (ağır iyonlar) olan ortalama öldürücü dozlara [belli bir sürede popülasyondaki bireylerin yarısını öldürecek doz] kadar yaşamını sürdürebilir. Bu başarılarını da yine kuraklık döneminde çektikleri numaraya borçludurlar (vücutlarındaki su oranını düşürmek); bu yolla iyonlaşma radyasyonu için gerekli olan tepkenleri azaltmış olurlar. Daha bitmedi… Su dengeleri normal haldeyken, kısa dalgalı UV radyasyonuna da diğer hayvanlardan daha dayanıklıdır; bunun sebebi DNA’larında meydana gelen değişiklikleri etkili bir şekilde tamir edebilme yeteneklerinde yatar. Bu canlıyla ilgili daha fazla bilgi almak için tıklayın.
Thermococcus gammatolerans
– Radyasyon mu? O da neymiş…
Bir arke olup, yukarıda da bahsi geçtiği üzere şimdilik bildiğimiz radyasyona en dayanıklı canlıdır; bu canlı için öldürücü radyasyon dozu 30.000 Gy’dir (bir insanı öldürmek için 5 Gy’lik doz yeterlidir). Diğer canlıların aksine T. gammatolerans’taki hücre sağkalımı, canlının büyüme evresindeki koşullara bağımlı değildir; fakat ideal koşulların ve besinin eksikliği halinde radyasyon direncinde azalma olabilir.
Bu arke, zarar görmüş kromozomlarını herhangi bir kayba uğramaksızın hızla tamir edebilir. Kromozomal DNA tamir sistemi göstermektedir ki gelişmenin durağanlık evresindeki hücreler, DNA’yı katsal büyüme evresindeki hücrelere kıyasla çok daha hızlı bir şekilde yeniden yapılandırmaktadır.
Deinococcus radiodurans
– Conan’a radyasyon işlemez…
Dayanıklılığı nedeniyle Guinness Rekorlar Kitabı’na bile giren ve “Bakteri Conan” takma adıyla anılan D. radiodurans’ın genom tanımlanması 1999 yılında yapılmıştır. Radyasyona dayanıklı olan süper canlılar sıralamasında 15.000 Gy’lik dozla ikinci sıradadır.
Çok özgün ve önemli bir yeteneğe sahiptir; hem tek hem de çift sarmal yapılı DNA’yı tamir edebilir. Bir mutasyon ortaya çıktığı zaman onu bölmeli ve halkaya benzer bir yapının içine sokar ve içerdeki hasar görmüş DNA’yı bölmenin dışındaki nükleotidlerle birleştirerek kolaylıkla ve çok hızlı bir şekilde tamir eder.
Halicephalobus mephisto
– Derinler benim meskenimdir...
2011 yılında keşfedilen ve bir tür nematod (yuvarlak solucan) olan H. mephisto yüksek sıcaklıklara dayanabilir ve karbon tarihleme yöntemlerinden elde edilen bilgilere göre 3.000-12.000 yıllık yer altı sularında yaşar. Ayrıca çok düşük oksijen seviyelerine sahip sularda da yaşamını sürdürebilir. Yüksek ısıya ve ezici basınçlara dayanabilen “en derin” canlıdır (yeryüzünün yaklaşık 1600 metre altında yaşar), dolayısıyla zifiri karanlıkta bile yaşayabilir.
Sıçrayan Himalaya Örümceği (Euophrys omnisuperstes)
– Yüksekler benden sorulur…
Dünya’nın en derin yerlerinde yaşayan H. mephisto’nun aksine, isminin anlamı “her şeyin üzerinde duran” anlamına gelen bu örümcek türü Dünya’nın en yüksek yerinde yaşayan canlıdır; Everest Dağı’nda 6700 metre irtifaya kadar hayatta kalabilmektedir. Dolayısıyla dondurucu soğuklara ve düşük basınçlara dayanıklıdır. Ayrıca açlığa da oldukça dayanıklıdır; bu örümceğin bulabileceği tek besin kaynağı, şiddetli rüzgarların etkisiyle dağın tepelerine doğru sürüklenen ufak böceklerdir.
Kırmızı yassı kın kanatlı böcek (Cucujus clavipes puniceus)
- Bana soğuk işlemez…
Kınkanatlılar takımına dahil olan ve Cucujidae diye de isimlendirilen familyada yer alan bir türdür. Kanada ve Alaska gibi kuzey kutup bölgelerinde yaşar ve -150 °C’de bile hayatını sürdürebilir. Bu başarısını, kanının kristalleşmesini engelleyen bir antifriz proteinine (AFP) borçludur. Ayrıca kanında bulunan gliserol da donmayı engelleyici bir rol oynar.
Pompei Solucanı (Alvinella pompejana)
– Serin sulardan kızgın kumlara…
Denizin derinliklerinde, sadece Pasifik Okyanusu’ndaki hidrotermal bacalarda yaşar ve en ilginç özelliği şudur: Kuyruğu 80°C sıcaklıktaki bacanın içinde dururken, tüy şeklindeki kafasını bacadan çıkararak 22°C’lik suda avlanabilir; yani vücudunun iki yarısı arasında yaklaşık 60°C’lik bir fark bulunabilir (ve bu durumdan da gayet memnundur).
Bilim insanları Pompei solucanlarının 80°C gibi yüksek ısılarda, üstelik de bu iki aşırı uç arasında nasıl yaşayabildiğini araştırmakta; bunun için de solucanla simbiyotik bir ilişki içinde olan ve onun sırtında yaşayan bakterileri incelemektedir. (Pompei solucanı sırtındaki ufak bezlerden, bu bakteriler için besin kaynağı olan bir mukus salgılar; buna karşılık bakteriler de solucanın sırtını boylu boyunca kaplayarak onu aşırı ısı değişimlerine karşı koruyor olabilir.)
Mummichog (Fundulus heteroclitus)
– Siz şartları değiştirin, ben adapte olurum...
Birçok balık türü ya tatlı, ya da tuzlu suda yaşar ve yanlış ortama alındığında ölür. Az sayıda balık türüyse çok geniş bir tuzluluk aralığını tolere edebilir ki bunlara euryhaline canlılar denir; Mummichog içlerinde belki de en euryaline olandır. Bir litre deniz suyu 35 gram tuz içerir, ama mummichoglar tatlı suda veya litre başına 110 gram’dan fazla tuz içeren sularda da gayet mutludur.
Kuzey Amerika’nın doğu kıyılarında yaşayan bu balık türü oksijensizliğe, kirliliğe, ısı (6 °C ile 35 °C arası) ve tuzluluk değişimlerine dayanıklılığıyla ünlüdür; ayrıca çok düşük oksijen seviyelerinde, çok çeşitli toksinlerin varlığında ve çevre kirliği nedeniyle aşırı derecede bozulmuş olan ekosistemlerde bile yaşayabilir. Kısacası, yaşadığı suyun tatlı veya tuzlu, soğuk veya sıcak, temiz veya kirli olması onun açısından bir fark yaratmaz. Mummichoglar bu nedenle evrimsel, embriyolojik, fizyolojik ve toksikolojik araştırmalarda çok popüler bir ilgi alanıdır; gen ekspresyonundaki çeşitliliklerin, değişik ortamlarda meydana gelen fizyolojik birikim ve evrimsel uyarlanım üzerindeki etkisini anlamak için de sıkça kullanılan deneklerdir. Ayrıca uzaya gönderilen (1973) ilk balık türüdür.
Mummichog’un başarısı, çok sayıda genini çevre koşullarına göre etkinleştirme veya etkisiz hale getirme kabiliyetinden ileri gelir. Örneğin tuzlu sudan alınıp tatlı suya konulduğunda, bu değişimle başa çıkmak için 498 genini açabilir veya kapatabilir; sadece 72 saat içinde yeni ortamına tamamen uyum sağlamış olarak hayatına devam eder (Kaynak). Bu geniş genetik seçenek yelpazesi sayesinde mummichoglar yeni ortamlarına uyarlanarak hızla evrilebilir.
Bir başka deneyde uzaya gönderilen mummichoglar, 3 hafta içinde ağırlıksız yaşam koşullarına uyarlanarak evrim geçirmiş; yolculuk sırasında yumurtadan çıkan yavrular da bu koşullara uyarlanmış olarak doğmuştur.
Turritopsis dohrnii
– Ölümü baypas ederim…
“Dünyada ölümsüz olan tek canlı” sıfatıyla ünlenen bu ilginç hayvan hakkında ayrıntılı bilgi almak için tıklayın.
Ekstremotroflar
– Sizin diyetiniz bizi ilgilendirmez...
Bunlar Dünya’da yaşayan canlılar için genel anlamda besin maddesi olarak kabul edilmeyen maddelerle beslenen canlılardır ve bu ilginç özellikleri bakımından listemize dahil edilebilirler. Örnek olarak Pestalotiopsis microspora (poliüretanla beslenen bir mantar türü), Halomonas titanicae (pas yiyen bakteriler), Geotrichum candidum (normal organik diyetine ek olarak CD’lerin içeriğindeki verilerle de beslenen bir mantar türü), bazı Flavobacterium suşları ve Pseudomonas aeruginosa (naylon yiyen bakteriler) ve litotroflar (enerjilerini inorganik maddelerden, indirgenmiş mineral kökenli bileşiklerden elde eden mikroplar) sayılabilir.
Litotroflar kemolitotrof (hidrojen, sülfür, demir veya anaerobik amonyak oksidasyonu -amannox- yapanlar ve nitrifikasyon yapanlar) ve fotolitotrof (enerjisini ışıktan sağlayan ve inorganik elektron donörlerini sadece biyosentetik reaksiyonları için kullanan canlılar) şeklinde iki gruba ayrılır.
Endolitler
– Taşların korunaklı derinliklerinde yaşam...
Bunlar taşların, mercanların, hayvan kabuklarının veya taşlardaki mineral tanecikleri arasında yer alan gözeneklerin içinde yaşayan canlılardır (arkeler, bakteriler, mantarlar, likenler, algler veya amipler). Birçoğu süper hayvanlar listesine alınabilecek ekstremofillerdir. Yaşam alanları itibariyle UV ışınlarından korundukları için Dünya'daki yaşamın kökeni ve dünyadışı yaşam araştırmalarında, Mars ve benzeri gezegenlerdeki endolitik ortamların dünyadışı yaşam için uygun koşulları sağlayabileceği üzerinde duran astrobiyologlar açısından büyük önem taşırlar. Bu canlılar aynı zamanda da litotroftur (enerjisini inorganik maddelerden, indirgenmiş mineral kökenli bileşiklerden elde eden mikroplar) ve demir, sülfür veya potasyum ile beslenirler.
Bütün bu canlılara ek olarak, yaşayan fosil olarak da tabir edilen ve gezegenimizde çok uzun süredir hayatta kalmayı başarmış olan canlılar vardır. Bunları da kıyametin süper canlıları arasına (listenin sonlarına almak kaydıyla) sokabiliriz. Bazıları bildiğimiz beş yok oluş döneminin beşini de atlatarak günümüze kadar gelebildiğine göre (örneğin dallıbacaklılar şubesinden Lingula), bundan sonra oluşabilecek zor koşullar altında da aynı başarıyı göstermeleri olasıdır. Hayvan, mantar, bitki ve bakteri türlerinden bazıları bu sınıfa girer. (Not: “Yaşayan fosil” tabiri, söz konusu canlının evrim geçirmediğini veya evriminin durduğunu düşündürmesi açısından bazı bilim insanları tarafından eleştirilmektedir. Yaşayan fosil kabul edilen canlıların bile çok yavaş ve az miktarda da olsa evrim geçirdiğini bildiğimiz için, bu terimi hatalı bir algıya sebep olmadan kullanmak gerekiyor.)
Homo sapiens (?)
– Biz var ya biz...
Biz insanlar birçok açıdan diğer canlılardan farklıyız; kültürel evrime sahip olan bildiğimiz tek canlı türüyüz. Bilim insanları bu ayrıcalığımızı, nev’i şahsına münhasır beynimize ve onun geçirdiği evrime bağlıyor. Bizler biyolojik kalıtım faktörü olan genlerimize ek olarak, dil yeteneğimiz nedeniyle memlerimizin de güdümünde yaşayan; gelişen, kültürü biriktiren ve bunu sonraki nesillere aktarabilen tek türüz. Dünya’yı ve elimizin ulaştığı her habitatı istediğimiz biçimde değiştirerek kendi türümüz için yaşanabilir bir yer haline getirebiliriz; gezegenin geri kalanı için çoğu zaman iyi bir haber olmasa da gerçek bu. Dünya’yı hepten yok etme, yok etmekte olduğumuz Dünya’yı düzeltip eski haline getirme, bir “kıyamet” durumunda olaya önceden veya o esnada müdahale ederek tüm gezegeni kurtarma veya yaşanabilir başka gezegenler bulma gücüne sahibiz. Bu gücü kötüye kullanıp kullanmamak da yine bizim elimizde. Dolayısıyla türün hayatta kalmasından bahsediyorsak, sahip olduğumuz bu yetenekler nedeniyle bizim de listeye eklenmemiz gerektiği açık. Listede olmanın verdiği bu özgüveni aklımızın bir köşesinde tutup, gezegenimizi ve üzerinde yaşayan tüm canlıları kucaklamanın yolunu bulacağımızı umuyorum. Umuyorum; ama bu konuda umutlu muyum? Cevabı her iki yöne de çekilebilecek bir soru bu.
Resim: Camille Rose Garcia - The End is Near
Yararlanılan Kaynaklar:
Şu yazılar da ilginizi çekebilir: