Evrim süreci halen devam eden insanlık, ilk ortaya çıktığından bu yana birçok özellik kazandı ve kaybetti. Bir de günümüzde "körelmiş" olanlar var. Sıradan bir gözlemci, uçamayan kuşlarda kanadın, kör balıklarda gözlerin ve kendi kendine üreyebilen bitkilerde cinsel organın ne işe yaradığına herhangi bir anlam veremeyebilir. Şu anda varlıkları ve işlevleri anlamsız gibi gözükse de, günümüzde işlevi olmayan birçok organın sunduğu ipuçları evrimi anlama çabamızda yolumuzu aydınlatır.
İşlevini tamamen veya önemli ölçüde yitirmiş, ama halen canlıların vücutlarında bulunan organlar ilk olarak Charles Darwin’in ilgisini çekmişti. Türlerin Kökeni'nde Darwin, körelmiş organları evrimi destekleyen kanıtlardan biri olarak göstermiş ve filogenetik ağacı şekillendirirken bu organlardan çokça faydanlanmıştı.
İnsanlık da doğadaki tüm canlılar gibi evrim geçirmiştir ve geçirmeye devam etmektedir. Peki vücudumuzdaki bu kalıntılar nelerdir ve kendi türümüzün evrimini anlamada bize nasıl yardımcı olabilir? Bu yazıda hem kendi vücudumuzda hem de başka hayvanlarda bulunan körelmiş organlara değinmek istiyorum. Ama öncelikle körelmiş organ/yapı derken ne kastettiğimizi doğru anlayalım:
"Körelmiş” kelimesi, bir organın işe yaramadığı anlamına gelmez. Kalıntı (körelti), “kaybolan veya yok olan bir yapıdan geriye kalan iz veya gözle görülür işaret” anlamına gelir. Biyolojiden örnek verirsek yılanların bacak kemikleri, kör kaya balıklarının göz kalıntıları (Yamamoto and Jeffery 2000), atların fazladan ayak parmağı kemikleri, uçmayan kuşların ve böceklerin kanat çıkıntıları ve yarasaların azı dişleri bu tanıma uyar. Çok daha karmaşık ve bambaşka bir işlev görmek üzere evrimleşen bu yapılar hâlâ işlev görüyorsa bile bu, çok önemsiz ve küçük bir işlevdir. Çoğu körelmiş organın hiçbir işlevi olmamakla birlikte, bir yapının körelmiş organ sınıfına girmesi için bütünüyle işlevsiz olması şart değildir. Aynı yapıya sahip diğer canlılarda gördüğü ve bir zamanlar (henüz körelmemişken) kendisinin de görmüş olduğu işlevi artık görmüyor olması yeterlidir. Bir organın bugün başka bir işlev görüyor olması onun körelmiş olduğu gerçeğini değiştirmez.
Yaratılışçıların tasarlanmış olduklarını iddia ettiği bu organların, başka hayvanlardaki benzer yapılarla aynı işlevleri veya özgün ilevlerini görmedikleri açıktır. Örneğin yılanlar bacak kemiklerini koşmak için kullanmazlar; penguenler kanatlarını uçmak için kullanmazlar. Körelmiş organlar, evrimin kanıtıdır. Bu yazıda bazı körelmiş organlara değineceğim, ama konuya aşina olmayanların aşağıdaki iki videoyu izlemesini öneriyorum.
Yılan, yunus ve balinaların kalça kemikleri
Boa yılanı, piton yılanı ve kör yılanlar, yunuslar ve balinalar, vücutlarında gömülü halde bulunan ve hiçbir işe yaramayan bir bel kemiği artığına sahiptir. Günümüzde tamamen işlevsiz olan ve bel kemiğinin evrimsel bir kalıntısı gibi görünen bu kemiklerin bu canlıların vücudunda ne işi vardır? Ayrıca piton ve boalarda pençe artığına benzer bir yapı da bulunmaktadır. Ayrıca bkz. Meksika köstebek kertenkelesi
Resim: Bir Piton yılanının körelmiş arka bacakları
Resim: Japonya'da bulunan bir Şişe burunlu yunus (Afalina). Körelmesi gerekirken embriyonik aşamada bacak tomurcuklarının yok olmaması nedeniyle bu hayvan arka bacaklarıyla doğmuştur. (Credit: Taiji Whaling Müzesi)
Tavukların ayakları
Tavukların ayaklarının alt kısmı tüyle değil pullarla örtülüdür. Eğer bu tavukların sürüngen atalarından kalma bir kalıntı değilse nedir? Bkz. Dinozorların kuşlara evrimi
Ayaktaki plantaris kası
İnsan bacağının alt kısmında bulunan plantaris kası, hayvanlar tarafından ayaklarıyla bir şeyi tutmak ve hareket ettirmek için kullanılır. Ayaklarını da en az elleri kadar etkin kullanabilen kuyruksuz maymunlarda da bu böyledir. Tüm ayak parmaklarının bir anda esnemesini sağladığından ayakları kullanarak ağaçlarda daldan dala atlarken faydalıdır. İnsanlarda da bu kas vardır ama artık o kadar az gelişmiş haldedir ki, doktorlar tarafından ameliyatla alınıp vücudun başka bölgelerinde dokuya ihtiyaç olduğunda kullanılmaktadır. Bu kas, ayak parmaklarına kadar bile ulaşmaz; Aşil tendonuna kadar inip yok olur. Vücut anatomisinde o kadar önemsiz bir yere sahiptir ki artık yeni doğan insanların %9'unda bulunmaz. İnsanlarda bu kasın bulunmasının maymunlarla olan evrimsel akrabalığımız dışında mantıklı bir açıklaması var mı?
Köpek dişleri
İnsan vücudunun evrim kuramı olmadan açıklanamayacak özelliklerinden bir diğeri de köpek dişleridir. Üst köpek dişlerimizin kökleri diğer dişlere göre çok daha iridir ve ağzımızdaki en uzun köklere sahip dişler bunlardır. Bu nedenle, ağızda genellikle en son kalan dişler bunlardır. Örneğin maymunlarda bu dişlerin iriliği daha da belirgindir. Köpek dişlerinin gösterilmesi yoluyla ifade edilen öfke duygusunun insan ve diğer hayvanlardaki benzerliği üzerine bkz. İnsanda ve Hayvanlarda Duyguların İfade Edilmesi (Charles Darwin).
Erkeklerin meme uçları
Belirgin bir işlevi olmayan bir diğer yapı da erkek vücudunda bulunan meme ucudur. Elbette kadınlarda bulunması hayati öneme sahiptir ancak erkeklerin bu yapıya ihtiyacı yoktur. Hatta erkeklerde çok az miktarda meme dokusu bulunur. Doğal koşullar altında erkekler süt vermeyi tetikleyecek hormonal uyaranlardan yoksundur, fakat bir erkeğe yüksek oranda prolaktin hormonu verilmesi halinde süt üretimi meydana gelir. Prolaktin, kadınlarda hamilelik ve doğum sırasında artan bir hormondur.
Erkeklerin süt üretimi Charles Darwin’in de ilgisini çekmiş, atalarımızın her iki cinsinin de yavrularını emzirmiş olabileceğini düşünmüştür. Hatta meyve yarasasının Dayak isimli bazı türlerinde erkekler yavrularını emzirir. Tanrının erkeklerde hiçbir işe yaramayan memeler ve bu memelerin altında meme dokusu yaratmasının ne sebebi olabilir? Hele de önce Adem'i yarattığı ve Havva'yı sonradan ona eş olsun diye yarattığı düşünülürse. Bu meme dokusu ergenlikte uygun hormonal sinyali almadığından erkeklerde hiçbir zaman iş gören gerçek memelere dönüşmez. Bunun cinsiyetin yaşam süresi boyunca değişebilir olduğu ilkel atalarımızdan kalma bir evrimsel kalıntı olması mı daha olası bir açıklamadır (nitekim bazı balık ve sürüngen türleri normal ömürleri boyunca birkaç kez cinsiyet değiştirirler), yoksa bir Yaratıcının insanları bu denli işe yaramaz parçalarla donatmış olması mı? Kötü tasarımın bir diğer örneği de testistlerdir: Testisler vücudun içinden (kadınlarda yumurtalıklara karşılık gelen yerden) aşağıya, normal bölgelerine inmek zorundadır; bu işlemin gerçekleşmediği olgularda çeşitli sağlık sorunlarına yol açarlar.
Dikleşen kıllar
Evrimsel tarihimiz, atalarımızın vücutlarını kaplayan yoğun bir kıl örtüsüne sahip olduklarını ve günümüzde seyrelmiş durumda olan kıllarımızın aslında körelmiş birer yapı olduklarını gösteriyor. Günümüzde kimisi (özellikle erkekler) hatırı sayılır miktarda vücut kılına sahip olsa da, genel anlamda bariz bir seyrelme söz konusudur. Ancak bu kılların geçmişte sunduğu ısı korunumu gibi avantajlar bugün gözardı edilecek düzeydedir; yani modern insanda kılların çok da fazla avantajı yoktur.
Kılların dikleşmesi (diken diken olması), kıl folikülünün kökünde bulunan erektör pillis kaslarının kasılması sonucu meydana gelir. Bu eylem aslında körelmiş olan bir savunma mekanizmasıdır. Nesiller boyunca devam eden evrim sürecinde kullanılmaz hale gelmiştir. Daha büyük görünmeye, dolayısıyla düşmanları korkutmaya yarayan “kılların kabartılması”, kedi ve köpek gibi günümüz modern memelilerinde korunmuş olan bir savunma mekanizmasıdır. Kirpilerin dikenlerini yaklaşan bir avcıya doğru çevirmesinin sebebi de aynı savunma mekanizmasıdır. Ancak artık erektör pillis kaslarımızı kontrol edemiyoruz ve vücut kıllarımız da azalmış durumda. Kısacası, bu yapılar atalarımıza geçmişte her ne avantaj sağlamışsa, Homo sapiens için artık gereksiz hale gelmiştir. Bu tip hareketlerin insan ve diğer hayvanlardaki benzerliği üzerine bkz. İnsanda ve Hayvanlarda Duyguların İfade Edilmesi (Charles Darwin).
Rekürrent larinjiyal sinir
Bir diğer gereksiz gibi görünen yapı da rekürrent larinjiyal sinirdir. Bu sinir, memelilerde yutma yeteneğini düzenler, insanlarda buna ek olarak bir de konuşmayı kontrol eder. Memeli atalarımızda bu sinir, aort atardamarının hemen önünden geçerek direk olarak beyinden gırtlak bölgesine giderdi. Ancak evrim sürecinde aort içeri doğru kaymıştır. Bu sinir çok önemli olduğu için kırılmamış, tam tersine daha da uzayarak geriye ve yukarıya doğru bir dönüş yaparak gırtlak bölgesine ulaşmıştır. Zürafaların rekürrent larinjiyal sinirleri yaklaşık 4,5 metre uzunluğundadır; yani gerekenden 4,2 metre daha uzundur.
Jacobson organı
Birçok memeli hayvanın çiftleşecek eşini ararken kullandığı bir organ olan ve doğru eşi bulmaya yarayan Jacobson organı, insanlarda işlevini yitirmiş durumda. Ancak bilim insanları, ‘altıncı his’ denilen olgunun bu organdan kaynaklanıp kaynaklamadığını araştırıyor. İşlevsiz gibi görünen bu organın aslında bazı durumlarda çeşitli kimyasallar salgıladığı söyleniyor.
Kuyruksokumu kemiği (koksiks) ve embriyonik kuyruk
Resim: İnsanda kuyruksokumu kemiği (coccyx)
Tüm kuyruksuz maymunlarda (örneğin insanda ve diğer büyük kuyruksuz maymunlarda) ve bazı diğer memelilerde (örneğin atlarda) omurganın en alt bölümünü oluşturan kısımdır. İnsanda kuyruk görülmesi çok ender rastlanan bir durum olsa da, kuyruksokumu kemiği ağaçlarda yaşamış atalarımıza dair kalıcı bir izdir. Bu yapı, röntgende veya bir iskelette incelendiğinde kuyruk kalıntısı gibi görünür. Zaman içinde kuyruğa ihtiyacımız kalmamış olsa da hala bir koksikse ihtiyacımız var. Koksiks, tıpkı balinalarda bulunan ilkel femur gibi, artık birçok kasa destek olan bir yapı haline gelmiştir. Böylece otururken ve arkaya yaslanırken gerekli olan desteği sağlar, ayrıca anüsün duruş pozisyonunu da destekler.
Homo sapiens taksonomik olarak kuyruksuz maymunlar familyasında yer alır ve kuyruksuz maymunların tanımlayıcı özelliklerinden biri de, harici bir kuyruğa sahip olmamalarıdır. Ancak insan embriyolarının erken gelişim döneminde, kuyruk dokusunun ilk evreleri görülür. 4 haftalık normal bir insan embriyosunda, anüsle bacaklar arasında uzanan 10-12 adet kuyruk omuru gelişir ve bu omurlar, embriyonun toplam uzunluğunun %10'unu oluşturur.
Embriyonik kuyruk, gelişen omurganın yanı sıra ikincil nöral tüp, notokord, kuyruk kirişi ve mezenşim gibi birçok kompleks dokudan meydana gelir. Gebeliğin 8. haftasında 6-12. aralıktaki omurlar hücre ölümü sebebiyle kaybolurken, 4. ve 5. kuyruk omurları da küçülmeye başlamıştır. Aynı şekilde beraberinde bulunan kuyruk dokusu da hücre ölümü geçirmektedir. Ama bazen körelen organların programlanmış olan küçülme sürecinde sorunlar çıkabilir; tıpkı yunuslarda nadiren görülen arka bacaklar gibi. Küçülemeyen bacak tomurcukları nedeniyle erişkin yunusta arka bacaklar oluşabilir. İnsan kuyruğunda da buna benzer vakalar gözlenmiş, körelmiş uzantılarla doğan bebekler olmuştur. 1884'den bu yana (2015) kaydedilen kuyruklu doğan bebek vakalarının sayısı 23'tür.
Resim: Kuyruklu doğan bebek
* İnternette özellikle bilimsel bilgi konusunda ciddi bir bilgi kirliliği var. Bu nedenle, burada gördüğünüz tüm resim ve bilgilerin hakemli bilimsel dergilerde yayımlanmış vakalardan derlendiğini belirtmek isterim. Aklınızda soru işaret kalmaması için birkaç vakayı ilgili bağlantılarıyla birlikte aşağıda veriyorum:
http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/3284435
http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/6373560
http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC3263034/
Rerim: Çizimlerde (soldan sağa) sırasıyla kertenkele, kamplumbağa, domuz ve insan embriyolarının gelişim süreçlerindeki yapıları ve embriyonik kuyruğun geçirdiği aşamalar görülmektedir.
İnsan embriyosu
İnsan embriyosu, gelişme sürecinde, özellikle çok küçükken kuyruğa ve solungaç yarığına sahiptir. Tüm memeli, kuş, reptil, amfibi ve balık embriyoları da öyle. Embriyonun gelişim sürecini herhangi bir biyoloji kitabından kare kare izlerseniz, bunu kendi gözlerinizle görebilirsiniz. (Evet, Haeckel benzerlikleri vurgulamak için çizimlerinde değişiklik yapmıştır ve emriyo sürüngen ve maymun aşamalarından geçmez, ama kuyruk ve solungaç yarıklarını Haeckel icat etmedi. Onlar oradadır).
* Haeckel ve embriyo çizimlerine değindiğim sunumu izlemek için tıklayın.
Resim: Kuş - yunus - köpekte bulunan homolog (kökendeş) yapılar
Resim: İnsan-köpek-domuz-koyun ve atta bulunan homolog (kökendeş) yapılar
Apandis
Apandis, insan vücudunda görülen en belirgin körelmiş organlardan birisidir. Otobur hayvanlarda apandis, bağırsakların büyük bir kısmını meydana getirir ve alınan selülozun çoğu burada bakteriler tarafından parçalanır. İnsanlar selülozu sindiremez ve apandisimiz oldukça küçülmüş halde olup işlevsiz görünmektedir. “Körelmiş” kelimesi, “işlevsiz” demek değildir. Apandis, sindirim sistemine ait dokulardan biridir; memelilerin kör bağırsağının sonu ile kökendeştir (homolog). Sindirim sisteminin bir organı olarak işlevini yapmadığı için o sistemin körelmiş bir parçasıdır. Başka bir işlevi olması bunu değiştirmez. Apandis, bir zamanlar atalarımızın otobur olduklarını kavramamızı sağlayan önemli ve somut kanıtlardan birisidir. Bugün artık beslenme alışkanlıklarımız belirgin bir şekilde değiştiği için, apandis artık faydalı değil, yukarıda anlatılan hastalık riskleri nedeniyle zaman zaman zararlı da diyebileceğimiz bir hale gelmiştir.
Ancak evrim karşıtları Apandisin lenf dokusu içermesi nedeniyle vücudun bağışıklık sistemine önemli katkısı olduğunu ileri sürmektedir. Antikorlar bütün lenf dokularında üretilir fakat apandisin kazanılmış bağışıklıkta hayati öneme sahip olduğunu söylemek yanlış bir yönlendirmedir. Antikor üretimi, vücutta bir Antijen ortaya çıktığı zaman lenf dokusunda tutulan T ve B lenfositlerin etkisiyle gerçekleşir. Lenfositler doğumdan hemen önce fetal kök hücrelerinden yapılır ve kişinin hayatı boyunca da çoğalmaya devam eder. Lenfositler lenf dokuları tarafından zaten tutulduğu için, lenfatik sistemin geri kalanına kıyasla apandisteki lenf dokusunda tutulan miktar çok azdır.
American Journal of Epidemiology'de yayımlanan bir çalışmaya göre, sadece Amerika’da bir yılda yaklaşık 250 bin apendektomi (apandisin cerrahi olarak alınması işlemi) yapılmaktadır. Tedavi edilmediği takdirde peritonite, karın içi abselere veya ciddi enfeksiyonları takip eden yırtılmalara neden olarak acılı bir ölüme yol açan Apandisit hastalığını tedavi etmenin tek yolu ameliyattır. Hatta Apandisite yakalanmanın riskleri o kadar fazla ve sonuçları da o kadar ağırdır ki, cerrahlar artık sağlıklı bir apandis de olsa, tesadüfen karın boşluğunda gerçekleştirilen bir cerrahi işlem sırasında bile bu organı rutin olarak almaktadır. "İnsan apandisi işlevsiz olabilir. Yokluğu, birey için herhangi bir tehlike yaratmaz (ameliyatla alınması sırasında oluşabilecek sıkıntılar hariç). Varlığında ise, %7’lik bir akut apandisit riski yaratır. Bu hastalık, modern cerrahi tekniklerle tedavi edilmediği taktirde birey için genellikle ölümle sonuçlanır" (Hardin 1999).
Doğal seçilim de zaten tam olarak bu şekilde çalışır, yani kendi doğal evrimimize hastaları tedavi etmek suretiyle müdahale etmemiş olsaydık, Apandisit hastalığına yakalananlar ölecek, böylece genlerini sonraki nesle aktaramayacaktı. Popülasyonda daha küçük apandise sahip olan bireyler ve dolayısıyla onların oluşturduğu küçük apandisli kuşaklar hayatta kalacaktı, ta ki apandis tamamen körelip yok olana kadar.
Günümüzde apandisin vücuttaki bazı faydalı bakteriler için bir sığınak olduğuna dair çalışmalar yapıldıysa da bu konuda bir yapının hangi şartlarda körelmiş sayılacağı ile ilgili bir bilgi eksikliği vardır. Körelmiş bir yapı bazen orijinal fonksiyonunu yitirdiği halde ikincil bir özellik kazanabilir. Bu onun esas fonksiyonunu yerine getirmediği ve o anlamda işlevsiz olduğu gerçeğini, dolayısıyla körelmiş bir yapı olduğu gerçeğini değiştirmez.
- Eğer insan apandisi bir yeni dünya maymununun veya prosimiyenlerin kör bağırsağı kadar büyük ve gelişmiş olsaydı,
- İnsan apandisi selüloz sindirimine belirgin olarak katkıda bulunsaydı ve selüloz sindiren bakteriler içerseydi,
- Filogenetik veya sistematik yöntemlerle, selüloz sindiren kör bağırsağın apeksi ile apandisin, ince bağırsaktan köken alan homolog yapılar olmadıklarını gösterebilseydik,
- İnsanın varsayılan ortak atalarından hiçbirisinde büyük ve selüloz sindiren bir kör bağırsak olmadığı filogenetik yöntemlerle kanıtlanabilseydi,
o zaman apandisi "körelmiş organ" kategorisinden çıkarabilirdik.
İşe yaramıyor gibi görünen genler
Bu genler 1994'te keşfedilmistir. Bunlar artık işe yaramayan fakat DNA ile birlikte fazlalık bir yük olarak taşınan gen artıklarıdır. Bunlar psödogen adını alırlar. Ayrıca zaman içinde değişir, nesilden nesile taşınırlar. Evrimsel soyağacı çıkarmada da çok faydalıdırlar. İki organizmanın en son ortak atası birbirinden ne kadar uzaksa bu iki organizma arasındaki işe psödogenlerin ortaklığı da o ölçüde az olacaktır. Şempanze ile insanın işe yaramaz genleri karşılaştırıldığında farklılık çok azdır. Bir kemirgeninkiyle karşılaştırıldığında daha fazla, bir tahıl ile karşılaştırıldığında ise çok daha fazladır.
Olfaktör reseptör genleri ve koku alma duyumuz
İnsan burnu da geçmiş atasal formlara kanıt teşkil eder. Önceden protein yapımından sorumlu olan Olfaktör reseptör (OR) genleri (koku almaya yarayan reseptör genleri), artık koku alma işlevini yitirmiştir. Varsayılan atalarımız da diğer memeliler gibi bizden daha güçlü bir koku alma duyusuna sahipti. İnsanlarda 100’den fazla OR geni vardır; bunların yaklaşık %70’i işlevsizdir veya psödogendir. Fare, ipek maymunu ve tilki gibi diğer memeliler bizde bulunan bu genlerin hemen hemen aynılarına sahiptir, ama onlardaki genlerin hepsi işlev görmektedir. Bu duruma bariz bir örnek de kara memelilerinden evrilmiş olan yunuslardır. Yunusların artık koku duyusuna ihtiyaçları yoktur, ancak yine hiçbiri işlev görmeyen (yani psödogen olan) pek çok OR genine sahiptir.
C vitamini sentezi
İnsan bünyesi C vitaminine ihtiyaç duyar. Eğer düzenli bir biçimde bu vitamini almazsak iskorbit hastalığına yakalanır ve zaman içinde ölürüz. İnsan bünyesinde C vitamini üretmek için gerekli gen yukarıda bahsettiğimiz işe yaramaz genlerden biridir, pasif durumdadır. Halbuki örneğin köpeklerin bünyelerinde bu aynı gen iş görür ve köpekler kendi C vitaminlerini kendileri yaparlar. Dışarıdan almaya ihtiyaç duymazlar. Acaba Tanrı neden köpekleri daha fazla sevmiştir bu konuda? Eski yüzyıllarda uzun deniz yolculuklarına çıkan gemiciler bu hastalıktan ölürken gemideki köpeklerin başına bir şey gelmemiştir. Eğer bu olay evrimsel süreçteki kör rastlantı sonucu değil, bilinçli bir tasarım ürünü olarak oluştuysa, belli ki Tanrı gemi yolculuğuna çıkacağını bildiği kullarını değil, gemideki köpekleri kollamayı tercih etmiştir.
İnsülin
Günümüzde Şeker (Diabet) hastalarının kullandığı insülin, genetik mühendisliğiyle genleri değiştirilmiş olan E. coli bakterisinden elde edilir. Bu bakterinin doğal yaşam alanı, insan kalın bağırsağıdır. Rekombinant teknikler kullanılarak gerçek insan genleri bakteri DNA'sının içine katılır ve böylelikle bakterinin insan insülini üretmesi sağlanır. Öyle görünüyor ki bizi insan yapan biyokimyasal yapıyla mikropları mikrop yapan biyokimyasal yapı aynıdır ve birbiriyle kolayca yer değiştirebilmektedir. Bu, evrimsel akrabalığa dayanan biyokimyasal bir ortaklıktan başka ne anlama geliyor olabilir?
Göz
Söz konusu organ göz olduğunda, böylesine karmaşık bir organın basit bir yapıdan evrimleşmiş olamayacağını veya yarım bir gözün hiçbir işe yaramadığını öne süren argümanlarla karşılaşırız. Oysa göz gelişiminin farklı canlılarda farklı aşamalarda bulunması evrime kanıt teşkil eder. Işığa duyarlı birkaç hücreden, fincan şeklindeki merceksiz reseptörlere ve insan gözünden çok daha keskin olan kartalların gözlerine uzanan, envaiçeşit göz yapısı vardır. Yarım gözle veya 1/100'luk gözle yaşayan pek çok canlı bulunmaktadır, günümüzde bile.
Ayrıca insan gözü bir mühendislik hatasıdır. Gözün retinası, ışığın emiliminden sorumlu olan milyonlarca fotoreseptör hücre içerir ve bu uyaranlar optik sinir aracılığıyla tercüme edilmek üzere beyne gönderilir. Ancak ikinci kraniyal sinirin retinaya bağlandığı bölge olan Optik Disk’te ışığa duyarlı hücre bulunmaz. Bu nedenle de her gözün görme alanında “fizyolojik kör nokta” dediğimiz bir kesinti meydana gelir. Beyin, görüntüdeki eksik detayları, diğer gözden elde ettiği bilgileri kullanarak telafi eder. Ama tek göz kapatılırsa, bu kör nokta basit bir test ile belirgin hale gelir.Bütün omurgalılarda bu kör nokta vardır. Ancak ahtapot gibi kafadanbacaklıların gözleri omurgalıların gözlerine çok benzediği halde, onların gözünde bu yapısal kusur bulunmaz. Kafadanbacaklıların kör noktası olmamasının sebebi, gözlerin kökenlerinin farklı olmasıdır. Kafadanbacaklıların gözleri, fotoreseptörlerin kafa ile birlikte çukurlaşması şeklinde oluşmaya başlamıştır. Omurgalılarda ise beynin eklentileri olarak oluşmaya başlamıştır. Yani kafadanbacaklıların optik siniri, retinanın içinden geçmek yerine arkasından bağlanabildi, dolayısıyla omurgalılarda bulunan kör nokta hiç oluşmamıştır. Mutlak bir Yaratıcı böyle bir hata yapar mıydı? Hele de daha önce yarattığı canlılarda bu hatayı yapmamışken?
Aşağıdaki videoda Richard Dawkins gözün evrimini anlatıyor ("Evrenle Büyümek" adlı belgesel serisinin "Olasılıksızlık Dağına Tırmanmak" adlı 3. bölümünden).
Yirmi yaş dişleri (3. azı dişleri)
Atalarımızdan bizlere miras kalan yirmi yaş dişleri de zamanla faydalıyken zararlı hale gelmiş yapılardan biridir. Bu azı dişleri, atalarımızda bitkisel besinleri çiğnemeye ve ezmeye yarıyordu. Günümüzde yetişkin bireylerin %90’ında yirmi yaş dişleri oluştuğu halde, bu dişler genellikle dişetinden tam olarak süremez (çıkamaz) ve insanların üçte birinde ya gömülü kalır ya da kusurlu şekillenir. Bu işe yaramayan yapılar gömülü kalıp enfekte olmaları halinde tedavi edilmezlerse; şiddetli ağrıya, ciddi yaralanma riskine, hastalıklara (çene enfeksiyonları ve kanserleri gibi) ve hatta ölüme yol açar. Çoğu kişinin çene kemiği, yirmi yaş dişlerinin tam olarak çıkmasına izin vermeyecek kadar küçüktür. Öyleyse, ya bu dişler evrimsel bir kalıntıdır, ya da yüce yaratıcı tuhaf bir iş yapmış ve ağzımıza bu hiçbir işe yaramayan ve sadece dert kaynağı olan fazlalık dişleri koymuştur. (Daha detaylı bilgi için, Bilim ve Gelecek dergisinin Ağustos 2012 sayısındaki yazımı okuyabilirsiniz.)
Palmaris longus kası
Palmaris longus, vücudumuzdaki en değişken kaslardan biridir. Bu kasa sahipseniz, serçe parmağınızı başparmağınızla birleştirdiğinizde, sol resimde görüldüğü gibi, ön bileğinizde küçük bir tendon belirir.
Bu kas, günümüzde ön ayaklarını hareket için kullanan memelilerde belirgindir; ağaçlarda yaşayan orangutan gibi hayvanlarda iyi gelişmiştir ve aktif olarak kullanılır; yırtıcı hayvanlarda da pençelerin geri çekilmesine yardımcı olur. Ancak insan ve onun karada yaşayan yakın primat akrabalarında (şempanze ve goril gibi) işlevsel olarak körelme sürecine girmiştir. İnsan nüfusunun yaklaşık %14'ü bu kasa sahip değildir. Bugün evrimsel akrabalarımızın pek çoğunda hala aktif olarak kullanılan bu kasın bizde ve bazı yakın akrabalarımızda işlevsel olarak körelmiş olması, onu ortak ata yoluyla miras aldığımızı gösterir.
Ortak ata ilkesi, atalarımızın bu kası bir zamanlar aktif olarak kullandığına işaret eder. Daha sonra hominin dalında başparmak donanımının (ve özellikle tenar kas grubunun) gelişmeye başlaması, palmaris longus'u bir körelme sürecine itmiştir. Üzerinde belirgin bir evrimsel baskı (olumlu veya olumsuz) olmadığı için evrimsel süreçlerden daha az etkilenmiş, böylece rastgele mutasyonlar sonucunda popülasyonun bir kısmında körelmiştir.
Palmaris longus kasının bir zamanlar kavrama işlevi gördüğü; özellikle asılma ve daldan dala sıçrama hareketi açısından önemli olabileceği ve atalarımızın ağaçlardan inmesiyle önemini yitirerek körelmeye başladığı düşünülüyor. Bu kasın yokluğu, modern insanın kavrama kuvvetini etkilememekle birlikte, dördüncü ve beşinci parmaklarda (yüzük ve serçe) sıkıştırma kuvvetinin azalmasına yol açmıştır. Kas eksikliği kadınlarda erkeklere göre daha yaygındır.
Ani irkilmeler
Her insanın zaman zaman yaşadığı ani irkilmelerin veya uykudan irkilerek uyanmaların sebebi nedir? Evrimin güzelliği böyle ilgisiz görünen konuları bile açıklayabilmesidir. Örneğin evrim biyolojisine göre bu tür irkilmeler ağaç dallarında uyuduğumuz zamanlardan kalma evrimsel bir tepkidir. Denge hissinde olan en ufak bir değişiklik veya çevredeki bir ani hareket, bizde bu ani irkilmelere sebep olmakta ve eğer uyuyorsak uyandırmaktadır. Peki yaratılışçılığın bu irkilmeler için açıklaması nedir? Daha doğrusu "Tanrının işine akıl sır ermez" sözünden başka bir açıklamaları var mıdır?
Köpeklerin fazlalık parmağı
Köpeklerin ayağının arka üst kısmındaki o küçük uzantı nedir? Hiç bir işe yaramadığına göre bu parçanın varlığının sebebi nedir? Tanrının gereksiz yere böyle bir uzantıyı yaratması mı daha mantıklı bir açıklamadır, yoksa bu uzvun artık işe yaramadığı için evrim sürecinde yok olmakta olan beşinci bir parmak olması mı? Nitekim aynı yapı kurtlarda, kedilerde ve kaplanlarda da bulunur
Parmaklarımız
Tüm memelilerin kol veya kol yerine geçen uzuvlarında 5 adet parmak veya parmak kalıntısı bulunur. Tipik 5 parmak yapısına tam uymayan canlılarda fosil kayıtlarına bakarak bu sayıdaki azalmayı gözleyebiliyoruz. (Örneğin atlarda). Fakat prensip aynı. Memelilerin 5 parmağı vardır. Bunu gerektiren doğru dürüst bir sebep olmadığı durumlarda bile. Örneğin neden balinaların yüzgeçlerinin altına gömülmüş 5 kemik uzantısı bulunur? Neden yarasaların açıkça beş uzantıyla ayrılmış kanatları bulunur? Bunların dizayn benzerliği olması mı daha iyi bir açıklamadır, yoksa tüm memelilerin ortak bir atadan gelmesi mi? Bazı memeliler bu 5 parmağın tümünü hala kullanır, bazıları birkaçından kurtulmuştur, bazıları ise hala işe yaramayanları taşımaktadır; örneğin yunuslar.
Fosiller
Fosiller yaratılışçıların her zaman başını ağrıtmıştır. Her şeyden önce, soyu tükenmiş türlerin mükemmel bir yaratım ürünü olan bir evrende işi yoktur. Ayrıca bir diğer sorun da, fosillerin çok fazla çeşit ve sayıda olmalarıdır. Fosiller özel tarihleme yöntemleriyle tarihlenir ve müzelerde özel şartlar altında korunur. Görmek isteyen herkesin kullanımına açıktır. Fosil kaydındaki boşluktan dem vuranlar, eski boşlukların nasıl doldurulduğunu unutmuş gibidir. Fosil kayıtarında elbet boşluklar vardır, elbette her geçen gün yeni fosiller ortaya çıkarılmaktadır; ama elimizdekiler bile evrimsel geçmişimizin kapsamlı bir tarihçesini çizmeye yeter de artar. Bu konuda daha ayrıntılı bilgiye ulaşmak için tıklayın.
Geçiş fosilleri
Aşağıdaki videoya ek olarak, geçiş türleriyle ilgili daha kapsamlı bilgi almak için tıklayın.
Yaratılışçıların bilgisiz olanları basitce "Ara form yoktur" deyip çıkarlar işin içinden, ki "ara form" tabiri bile doğru bir terim değildir aslında. Konuyla ilgili daha fazla okumuş ve muazzam sayıdaki fosil bulgusunun bir kaçından haberdar olan biraz daha fazla bilgi sahibi yaratılışçılar ise, kademeli geçişi gösteren örneklerde bile sadece bir noktada çizgi çekip, "şu taraf insan, şu taraf maymun" diyerek konuyu çarpıtırlar. Eğer başka bir fosil daha bulunur ve tam da bu iki tarafın arasına denk gelirse, bunu sadece alt ya da üst gruptan birine dahil etmekle yetinirler. Gelişimin aşamaları ne kadar açıkça görünüyor olursa olsun, geçiş türlerini görmemekte direnir ve ara form eksikliğinden yakınmaya devam ederler. A ile C arasında bir ara form bulunmadığını söylerler. Bir süre sonra B bulunduğunda, bu sefer A ile B ve B ile C arasında bir ara form bulunmadığını söylemeye başlarlar. Ne kadar örnek getirirseniz getirin onları tatmin etmeye yetmez, çünkü geçiş türü diye bir şeyin var olamayacağını baştan kabul etmişlerdir. Şimdiye kadar milyarlarca ara form bulunmuş olmalıydı, ama hala yoklar. Neredeler?
Çakal-benzeri bir yaratığın uzun bir jeolojik zaman diliminde kademeli olarak balinaya dönüşebileceği fikrini reddederler. (Evrim teorisi modern canlıların birbirine dönüştüğünü iddia etmez; buradaki çakal-benzeri canlı, soyu tükenmiş olan bir türü tanımlamaktadır.) "İnsan maymundan gelmiştir" cümlesi de aynı bilgisizliğin ürünüdür. Fakat hemen ardından bilim insanları Ambulocetus, Pakicetus, Prozeuglodon vb örnekleri önlerine koyar. bkz. Fosil kayıtlarındaki boşluk evrimi çürütür mü?
"Kertenkeleler kanat geliştirip kuş tüyü çıkaramaz" derler; ardından Archaeopteryx keşfedilir. Elbette evrim karşıtları bu tip fosillerin ve onların işaret ettiği gerçeklerin de sahte olduğunu iddia eder. Bu noktada Protoavis, Sinornis, Hesperornis ve Ichthyornis gibi örnekler göstererek ilerleyebiliriz.
Kara canlılarının deniz canlılarından aşamalı bir şekilde evrimleştiğini söyleriz; "Ara formlar nerede?" diye sorarlar. Biz de geçiş türlerini tek tek anlatırız. Ama nafile; karşılarına Eusthenopteron, Panderichtys ve Acanthostega getirildiğinde bunu da inkar ederler.
İnsanla maymun arasında ara form yoktur derler, ardından Lucy (Australopithecus afarensis) örnek verilir; fakat bunu beğenmez, başka örnekler isterler. Bunun üzerine bilinen hominan türlerini saymaya başlarız: A. ramidus, A. africanus, Homo Habilis, Homo erectus diye. Bu sefer de, "İnsan maymundan gelmiş olamaz; evrim devam ediyorsa bugünkü maymunlar neden insan olmuyor?" diye sorarlar.
Uzun lafın kısası, siz ne kadar örnek verirseniz verin, bazı kimseler bu bilgileri reddetmeye dünden hazır gibidir. Bununla birlikte evrim gerçeğini, ön yargılarından kurtulup bilgilenme niyeti taşıyan herkese sabırla anlatmak gerektiğini düşünüyorum. Bunu yapabilmemiz için de bilimsel gelişmeleri elimizden geldiğince takip ederek kendi bilgilerimizi güncel tutmak zrundayız.