GEN ÇEVİKTİR: Doğuştan gelen özellikler mi, çevresel etkenler mi?
Matt Ridley’nin önemli ve bilgi yükleyici kitabı The Agile Gene: How Nature Turns on Nurture (2003) yalnızca evrim kuramının ilginç çıkarımlarını ve kazanımlarını bize sunmakla kalmıyor, aynı zamanda da kitabın ana çatısını oluşturan çok daha önemli bir konuyu enine boyuna irdeliyor. Bu konu, çeşitli sohbet ortamlarında ve bazen de hayatımızdaki çok basit meselelere açıklama getirme çabalarımızda sıklıkla karşımıza çıkan bir sorun. Bilim ve felsefe dünyasında yüzyıllardır tartışılan (ve halen de tartışılmaya devam edilen) bu konu, kitabın altbaşlığından da anlaşılacağı üzere insanı insan yapan şeyin ne olduğu, beynimizin evriminde nelerin rol oynadığıdır. Başka bir deyişle kişiliğimizin, davranışlarımızın, seçimlerimizin, eylemlerimizin oluşmasında iki etkenden hangisinin etkili olduğu: Genler (kalıtım, doğa) mi, yoksa çevre (yetiştirme) mi? Bu entellektüel ihtilaf, kitapta doğa-yetiştirme (nature versus nurture) tartışması olarak tanımlanmıştır. Yazımı sonuna kadar okuyacak kadar sabırlı ve meraklı kişilerin kazanımlarla ayrılmasını umuyorum.
Genom çalışmalarının yapıldığı ve genlerin hayatımızdaki öneminin gitgide daha da iyi anlaşıldığı bir neslin çocukları olarak hemen bir taraf tutma eğilimiyle okumaya başlayabileceğiniz kitap, sonuna kadar her iki tarafı da haklı çıkaran verileri ve görüşleri detaylarıyla bize sunuyor; sürekli iki uç arasında gidip gelmemizi sağlayarak gayet temiz ve tarafsız bir biçimde, daha da önemlisi bilimsellik ve kuşkuculuktan ödün vermeksizin uzlaşmacı bir sonuca ulaşmayı amaçlıyor. Ama bunu yaparken genlerin önemini sürekli vurgulamaktan da çekinmiyor; insanların çoğunun sosyoloji hakkında söyleyeceği çok şey varken, biyoloji hakkında daha az bilgiye sahip olduğu gerçeğini düşününce gayet isabetli bir tutumdur bu.
Yazarın -ve şahsen benim de- düşüncem, insan doğası açısından hem doğanın hem de yetiştirmenin, biri diğerine üstün gelmemek koşuluyla rol oynadığıdır. Her biri diğerini farklı şartlar altında yönlendirir, değiştirir. Kısacası “yetiştirme aracılığıyla doğa” argümanı, insan denen canlı hakkında bilgi edinmek için tutulması gereken doğru yoldur. Gerek biyolojiye, gerekse de sosyolojiye ilgi duyan herkesin okuması gereken bir eser olduğunu söyledikten sonra, kitapta yer alan konuları yazarın tercih ettiği biçimde bölüm bölüm ele alarak, sizlerin de bu bilgi hazinesinden faydalanma isteğinizi teşvik etmeyi umuyorum. Ama önce, bu doğa-yetiştirme sorununa biraz daha açıklık getirmek adına kitaptan alıntı yapmak yerinde olacak:
“Yetiştirmenin etkisi geri döndürülebilir; doğanın etkisi için bu mümkün değildir. Bu yüzden entellektüeller yüzyıl boyunca çevrenin neşeli iyimserliğini, genlerin kasvetli Kalvinciliğine yeğ tuttu.” (s. 179)
“Niyetim, genomun aslında her şeyi değiştirdiğini göstermektir. Bunu yaparken tartışmayı, taraflardan birinin lehine bitirmeyi amaçlamıyorum, fakat ortada bir yerde buluşmalarını sağlayacak bir zenginlik katacağımı düşünüyorum. Genlerin insan davranışlarını nasıl etkilediğinin keşfiyle birlikte, insan davranışlarının genleri nasıl etkilediğinin keşfi, tartışmayı bütünüyle yeniden şekillendirmek üzeredir. Bu tartışma artık doğa-yetiştirme karşıtlığı olarak görülemez, olaya yetiştirme aracılığıyla doğa olarak bakılmalıdır. Genler canlının yetiştiği ortama göre harekete geçecek şekilde tasarlanmıştır. Neler döndüğünü anlamak için önyargıları yıkmalı, zihninizi yeni görüşlere açmalısınız. Genlerin, davranışların ipini oynatan kukla ustaları olmadığı, aksine davranışların merhametine kalmış kuklalar oldukları bir dünyaya adım atmalısınız; bu dünyada içgüdüler öğrenmenin karşıtı değildir, kimi zaman çevre etkileri genetik etkilerden daha kalıcıdır; ayrıca doğa da yetiştirmenin kendini sergileyebileceği şekilde tasarlanmıştır. Bu ucuz, görünüşte boş ifadeler, bilim ortamında ilk defa hayat buluyor. Genomun en kuytu yerlerinden çıkan tuhaf öyküler anlatarak insan beyninin yetiştirmeye uygun olarak nasıl meydana geldiğini göstermektir niyetim. Özünde savım şudur: genomun üzerindeki sır perdesini kaldırdıkça, genlerin deneyimlere duyarlı olduklarını görüyoruz.” (s. 4)
Kitap, konuyla ilgili kısa bir tarihçe sunmak ve mevcut ihtilafı daha iyi anlamamızı sağlamak adına ilginç bir giriş yazısıyla başlıyor: On İki Kıllı Adam. Burada Ridley, 1903 yılında çekilmiş hayali bir fotoğrafa bakmamızı istiyor. Fotoğrafta doğa-yetiştirme tartışması açısından önemli mihenk taşlarını yerleştirmiş olan 12 önemli bilim insanı bulunduğunu varsayıyor ve her birinin simgelediği görüşü vurguluyor. Tabi bu insanlar hiçbir zaman böyle bir karede bir araya gelmemiştir; maksat, bu yolla kitabın genel çatısını oluşturmaktır. Ridley ilerleyen bölümlerde her görüşe ve takipçisi olan başka görüşlere ayrı ayrı değinerek yukarıda alıntıladığım savını güçlendiriyor. Bu fotoğrafa girmeyi başaran “on iki kıllı adam” ve simgeledikleri (savundukları) görüşler şöyledir:
Charles Darwin - İnsan kişiliklerinin kuyruksuz maymun davranışlarında aranması gerektiğini; insan davranışlarının evrensel özellikleri olduğunun gösterilmesi gerektiğini söylemiştir.
Francis Galton - Kalıtımın her şey olduğunu savunmuştur.
William James - İnsanların da en az hayvanlar kadar içgüdüye sahip olduğunu savunmuştur.
Hugo de Vries - Mendel gibi, ama ondan 30 yıl sonra kalıtım yasalarını bulmuştur.
Ivan Pavlov - Deneyimcilik savunucusudur, insan zihninin anahtarının şartlı refleksler olduğunu savunmuştur. (Evet, köpeklerinden bildiğimiz Pavlov bu.)
John Broadus Watson - Pavlov’un görüşlerini davranışçılığa uyarlamıştır, kişiliğin eğitimle değiştirilebileceğini savunmuştur.
Emil Kraepelin ve Sigmund Freud - Nesiller boyunca, psikiyatristleri biyolojiden uzak tutmuşlar, hastaların sorunlarının kişisel geçmişlerinde aranması gerektiğini savunmuşlardır.
Francis Emile Durkheim - Toplumsal olguların gerçekliğinin, bileşenlerinin toplamından daha fazla olduğunu öne sürmüştür. İşbölümünü savunmuş, sosyal olgularda biyolojinin bir etken olduğunu reddetmiştir.
Franz Boas - İnsan doğasının kültür tarafından şekillendirildiğini ve tersinin geçerli olamayacağını savunmuştur.
Jean Piaget - Taklitçilik ve öğrenme üzerine kuramlar geliştirmiştir.
Konrad Lorenz - “Damgalama” (imprinting) kavramını tanımlamış ve içgüdü çalışmalarını yeniden canlandırmıştır.
Bu görüşlerin tümü belli ölçüde doğrudur, bu bilim insanlarının hepsi bir yere kadar haklıdır. Çünkü insan doğası tüm bu bileşenlerin toplamından meydana gelir, biri olmadan formülümüz eksik ve hatalı olacaktır. Fakat;
“Her birini anlamak için, genleri anlamamız gerekir. İnsan zihninin öğrenmesini, hatırlamasını, taklit etmesini, damgalanmasını, kültür edinmesini, içgüdüleri açığa vurmasını mümkün kılan genlerdir. Genler kukla ustası ya da plan değildir, sadece kalıtım aktarıcıları da değildir. Hayat boyunca faaldirler; birbirilerini açıp kapatırlar; çevreye tepki verirler. Rahimde beden ile beynin meydana getirilmesini yönlendirirler, fakat deneyimlere tepki olarak bir zamanlar inşa ettiklerini söküp yeniden yaparlar. Eylemlerimizin hem nedeni hem de sonucudurlar.” (s. 7)
İnsan genomundan elde edilen yeni bilgilerin doğa-yetiştirme tartışması açısından önemli açılımları vardır. Bir genin anlatımını harekete geçirmek, başka bir genin anlatımını değiştirebilir ve zaten karmaşık olan bu sistemin içerisine eğitim, beslenme, kavga, aşk gibi etkenlerin eklenmesiyle işler daha da çetrefilli hale gelir. Basit açıklamalar (Daniel Dennett’ın tabiriyle “açgözlü indirgemecilik” savları) hatalı çıkarımlara yol açabilir. Bu anlamda “bilmem ne geni” (eşcinsellik geni, zeka geni, saldırganlık geni vb) gibi kavramların kullanılmasının yol açabileceği yanılgılar kitap boyunca vurgulanmaktadır.
İdeal Hayvan isimli 1. bölüm, 17. yüzyılda hüküm süren ve Descartes’ın görüşlerinde vücut bulan genel kanı ile başlıyor. Descartes insanların rasyonel, hayvanların ise otomatik bir mekanizma olduğunu savunmuştu. Ancak Darwin zamanında bu görüşe karşıt olarak iki farklı bakış açısı gelişmeye başladı. İçgüdücüler (“insanlar, içgüdüleri tarafından yönlendirilen otomatlardır”) ve zihinciler (“hayvan beyninde mantık ve düşünce yeteneği vardır.”) Hayvanlar konusundaki bilgisizlik, her iki bakış açısından kaynaklanan hatalı çıkarımların bir süre daha yaşamasına yardımcı oldu. (Örneğin, her hayvanın zihninin insan zihnine benzediği, sadece zekalarının çocukluk döneminde dondurulmuş olduğu, örneğin bir şempanzenin aklının ergenlik çağındaki bir gencinki kadar veya bir köpeğin zekasının çocuğunki kadar olduğu vb hatalı çıkarımlar.)
“Kuyruksuz maymunların davranışları hakkında o kadar az bilgi mevcuttu ki onları insanların ilkel hali olarak değerlendirmek, kuyruksuz maymun olmayı başaran karmaşık hayvanlar olarak görmekten daha kolaydı.” (s. 13)
İlerleyen süreçte,
“...sosyologlar ve antropologlar, insana has bir özellik olan kültüre yaptıkları vurguyla, insan içgüdüleri konusunu neredeyse yasakladılar. 20. yüzyılın ortasına gelindiğinde hayvan zihninden, insan içgüdülerinden bahsetmek sanki bir küfürdü.” (s. 15)
Bunların hepsi, 1960 yılında bilim eğitimi almamış genç bir kadın olan Jane Goodall’ın şempanzeleri incelemeye başlamasıyla değişti. 1. bölüm boyunca en yakın atalarımız olan şempanzeler, bonobolar ve goriller hakkında elde edilen ilginç bilgiler anlatılıyor. Özellikle cinsellik ve beslenme alışkanlıklarının hayvanların sosyal yaşantıları üzerindeki etkileri ve bazı hayvanların kültürü aktarma özellikleri gösterdiğine ilişkin örnekler ilginizi çekecektir diye düşünüyorum. Örneğin, bebek öldürmenin gorillerde doğal bir içgüdü olduğunu, ama şempanzelerde bunun çok daha az yaşandığını biliyor muydunuz? Neden böyle olduğunu merak edenlerin kitabı okuması gerekecek.
Resimde Jane Goodall bir yavru şempanzeyle görülüyor.
Konuyla bağlantılı bulgulara ait kaynakları dipnotlarda bize sunan, ayrıca her birini genetik altyapıyla sağlamlaştırmayı da ihmal etmeyen Ridley’i bu noktada tebrik etmek gerekiyor. Genlerde meydana gelen ufacık değişimlerin canlı üzerinde yaratabileceği sonuçlar, evrimin işleyişini anlamak açısından da çok faydalı.
“Bu değişimler, genlerin kendisi değişime bile uğramadan yepyeni bir türün ortaya çıkmasını mümkün kılabilir.” (s.40)
Örneğin yavru hayvanların saldırgan olmadığını veya korku duymadığını, bu özelliklerin beyindeki limbik sistemin gelişiminin son aşamalarında (özellikle de 13. bölgede) ortaya çıktığını biliyor muydunuz? Yani arkadaş canlısı veya evcil bir hayvan yetiştirmek için hayvanın beyin gelişimini tamamlanmadan durdurmak yeterlidir; çünkü hayvan, limbik sistemindeki 13. bölgenin küçük kalması halinde saldırganlık ve korku duymayacaktır. Bunun için de genlerin başlatıcı (promoter) bölgelerinde değişiklik yaparak genin anlatımını değiştirmek yeterlidir. Acaba bu yöntem insanlarda da işe yarar mı, veya türümüz son zamanlarda bir evcilleşme süreci geçirmiş midir? Bunlar cevaplanmayı bekleyen sorulardır, ama işin özü şudur:
“Nereye baksanız bizim davranışlarımızla hayvanların davranışları arasında benzerlik vardır. Bu benzerlikleri de öyle Descartes’ın halısının altına süpüremezsiniz.” (s. 19)
İçgüdüler Demeti isimli 2. bölüm, o zamanlar hakim olan deneyimcilik görüşüne (yani davranışların deneyimlerle ortaya çıktığını savunan görüşe) şiddetle karşı çıkan ve 12 kıllı adamımızdan biri olan William James’in fikirleriyle başlıyor. James 1880’de yayımlanan kitabında, doğuştancılık (nativizm) görüşünü, yani insanların doğuştan gelen eğilimlerle donatıldığını öne sürüyordu. 20. yüzyılın başlarında bu görüş neredeyse hiç talep görmedi, çünkü hemen herkes mantıkla içgüdülerin karşıt olduğunu varsayıyordu. İşe bebek ve çocukları inceleyerek başlayan James, günümüzde evrimsel psikoloji olarak bilinen yaklaşımı sanki önceden görmüş gibidir. Çocuklarda içgüdü olarak tanımladığı korkular hakkında, “Kendine güvenen evrimci bu korkuları açıklamakta zorluk yaşamaz.” der James.
Bu bölümde yer verilen, oksitosin ve vazopressin hormonları ile bu hormonlara ait reseptörlere ilişkin çalışmaların da çok ilginç olduğunu söylemeliyim. Özellikle Tom Insel ve ekibinin 1980’lerde bozkır sıçanları üzerinde yaptığı çalışmalar, aşk ve tek eşlilik konularına farklı bakış açıları geliştirmenizi sağlayabilir. (Bozkır sıçanları, tek eşli olmaları nedeniyle diğer fareler arasında bir istisnadır.)
“Hem insanlarda hem de kemirgenlerde cinsel ilişki, beyinde bu hormonların üretilmesini tetikler. İki hormonun da reseptörü aslında aynıdır, beynin de aynı yerlerinde oluşturulurlar. Bozkır sıçanlarında olduğu gibi, insan reseptör genlerinin (3. kromozomda) başlatıcı bölgesinde küçük de olsa o ek DNA parçası bulunmaktadır ... Aşık olduğunu söyleyen kişi sevdiğinin resmine baktığında beyin tarayıcısında ışıldadığı görülen beynin belirli bölgeleri, öylesine tanıdığı birinin resmine baktığında ışıldamaz. Bu beyin bölgeleri kokainle harekete geçen beyin bölgeleriyle aynıdır.” (s. 55-56)
Aşkın veya sevginin görülemediğini kim söylemiş? :)
Bu bölüm boyunca cinsiyet farkından doğan farklılıkları ve eş seçimine yönelik bilgileri değerlendiriyor Ridley. Ayrıca eşcinsellik, kadın-erkek arasındaki empati kurma yeteneği vb konulardaki farklılıklar (halk psikolojisi-halk fiziği) ve doğuştan gelen yetenekler ayrıntılı olarak ele alınıyor. O yüzden 2. bölümün, birçok okuyucunun belki de en keyifle okuyacağı bölüm olacağı kanısındayım.
Akıcı Bir Şiir isimli 3. bölümde çift ve tek yumurta ikizleriyle yapılan çalışmaları ve o dönem yükselen Freudçu psikanaliz akımını yıkan davranış genetiğini ele alıyor Ridley. Kişiliğin, zekanın, dini eğilimlerin, saldırganlığın vb oluşumunda genlerin ne kadar etkili olduğunu vurguluyor.
“Günümüzde psikologlar kişiliği 5 boyutta tarif ediyor, ‘büyük beş’ denilen etkenlerle: açıklık (openness), vicdan (conscientousness), çevreyle ilgi kurma (extraversion), uzlaşma (agreebleness) ve evham (neurocism). Anketler bu boyutlardan her biri için kişisel puanı belirler, bunlar da birbirinden bağımsız olarak varyasyon gösteriyor gibidir ... Her durumda kişilikteki değişkenliğin %40’tan biraz fazlası genetik etkenler yüzünden, %10’dan azı ortak çevresel etkenler (çoğunlukla aile) yüzünden, yaklaşık %25’i birey tarafından tecrübe edilmiş özgün çevresel etkiler (hastalık, kazalar, okuldaki arkadaşları vs) yüzündendir. Geri kalan %25 ise yalnızca ölçüm hatasıdır ... İkizlerle yapılan çalışmalar bir anlamda ‘kişilik’ kelimesinin bir manası olduğunu kanıtladı ... Freudçu kesinliklerle geçen bir yüzyıldan sonra bu içkin karakterin içinde büyüdüğü aileden ne kadar az etkilendiğini bulmak sezgilerimize ters düşer.” (s. 98-99)
“...DNA şifresindeki bir değişikliğin ne kadar kolaylıkla kişilikte gerçek bir değişiklik olarak yansıdığını göstermek istiyorum ... Protein tarifindeki değişim gerçekten de kişilikte değişime yol açabilir.” (s. 101)
Sebeplerin Deliliği isimli 4. bölüm, akıl hastalıklarının (özellikle de şizofreninin) doğa-yetiştirme tartışması kapsamında ele alınışını içeriyor. Zamanında şizofreniyi ilk kez teşhis eden ve ona “erken bunama” (demans prekoks) adını veren Kraepelin’in, hastalığın sebebini bulmaya yönelik çalışmaları sayesinde Freudçu psikanalizin önünü nasıl açtığı anlatılıyor. 1920-1970 yılları arasında psikiyatri dünyasında popülerleşen psikanaliz furyası ile akıl hastalıklarının biyolojik yönünün nasıl kenara atıldığı anlatılıyor.
“Akıl hastalıklarının biyolojik açıklamaları bir küfür haline gelmişti. Bütün etkin dinler gibi, psikanaliz de kendi hizmetinin gerekliliğine kanıt olarak kuşkuculuğu yeniden tanımlama maharetini gösterdi. Bir doktor reçeteye yatıştırıcı yazıyorsa ya da psikanalize şüpheyle yaklaşıyorsa, ancak kendi nevrozunu dışa vuruyor olabilirdi.” (s. 120)
Dördüncü Boyuttaki Genler isimli 5. bölümde Ridley, taklitçilik ve öğrenme kuramlarını ele alarak bunların sinirbilimsel yaklaşımlarına değiniyor. Doğuştancılık ile gelişimcilik arasındaki savaşın her iki tarafı da haklı çıkaran yönlerine örnekler veriliyor.
“İnsanlar da dahil bütün primatların deneyimlere tepki olarak yeni kortikal sinir hücreleri oluşturdukları, kullanılmayınca da bunları kaybettikleri artık kesindir. Beynin ilk oluşumundaki bütün belirlenimciliğe rağmen, deneyimlerin bu bağlantılara incelik kazandırdığına yönelik çok sayıda bulgu vardır, bunların sayısı da artmaktadır.” (s. 172)
“Eğitimin amacı, aklı bilgiyle doldurmaktansa hayatta gerekli olabilecek beyin devrelerine alıştırma yaptırmaktır. Alıştırmayla bu devreler palazlanır. İnsaoğlunun bu özelliği mikroskopik solucanlarla paylaşması inanılmaz bir şeydir.” (s. 173)
Gelişim Yılları adlı 6. bölüm, 12 kıllı adamımızdan biri olan Lorenz tarafından bilimsel olarak tanımlanan damgalanma (imprinting) olgusuna değiniyor. (Damgalanma: Bir canlının, hayatının belli bir döneminde çok hızlı bir şekilde öğrenme becerisine denir. Özellikle yumurtadan çıktıktan kısa süre sonra yürümeye başlayan kuş türlerindeki anneyi takip etme davranışıyla örneklenir.) Aslında Douglas Spalding, Lorenz’den de önce bu olguya dikkat çekmiş, ama amatör bir biyolog olmasından ötürü gerekli ampirik verileri sunamamıştı. Damgalanma çevrenin (yani yetiştirmenin) ürünü müdür, yoksa doğanın (yani genlerin) mı? Damgalanma olayında beynin hangi bölgesi ve hangi genler-kimyasallar etkindir? Bu bağlamda doğum öncesi (ana rahminde) meydana gelen değişikliklerin yavrular üzerindeki etkisine ilişkin örnekler ele alınıyor. Sonuçta anne rahmi de yetiştirmenin vücut bulduğu yerdir.
“Kaz yavrusunun dünyaya gelmesi daha 15 saati bulmamışsa ya da 3 günü geçmişse, hayvan damgalanmaya açıktı. Damgalandıktan sonra da başka bir annenin arkasından gitmeyi öğrenemiyordu.” (s. 180)
Damgalanma olgusu insanlar için de geçerlidir:
“Şive bu duruma açık bir örnektir. Gençlikleri sırasında insanlar aksanlarını kolayca değiştirir, genelde etraflarında bulunan yaşıtlarının aksanlarını edinirler. Fakat 15 ila 25 yaş arasında bir yerde bu esneklik ortadan kaybolur. Ondan sonra kişi başka bir ülkeye göç edip orada yaşasa da aksanı pek değişmez.” (s. 198)
Ders Almak isimli 7. bölümde şartlı reflekslerin oluşumu, damgalanmanın tersi olan ve Seligman tarafından tanımlanan hazırlıklı öğrenme (prepared learning) kavramı ele alınıyor. Bu bağlamda özellikle bebek maymunlarla H. Harlow’un yaptığı tel anne-kumaş anne deneyleri ve Mineka’nın yaptığı yılan korkusu-çiçek korkusu deneyleri önemli ve ilginç. Bunlar, öğrenmede içgüdülerin de rol oynadığını göstermiştir.
“Bana kalırsa Mineka’nın keşfi, Harlow’un tel anneleriyle birlikte deneysel psikolojinin en büyük anlarından biriydi. Farklı şekillerde bu deney tekrarlandı, fakat hep aynı sonuca ulaşıldı: maymunlar yılanlardan korkmayı çok kolay öğrenir; başka nesnelerden korkmayı bu kadar kolay öğrenmezler.” (s. 229)
Yine bu bölümde uzun süredir ilgimi çeken ve Donald Hebb tarafından tanımlanan Hebb korelasyonuna da kısaca değinilmiş. Bazı şeylere neden takıntılı olduğumuz, unutmanın zorluğu ve sinir hüreleri arasında oluşan devrelerin önemine vurgu yapmak adına burada Hebb’in 1949 tarihli makalesinden bir alıntı yapmak uygun olur:
“A hücresinin aksonu B hücresinini uyaracak kadar yakınsa, durmadan, ısrarla sinyal göndermesini sağlıyorsa, hücrelerden birinde ya da ikisinde bir büyüme süreci ya da metabolik değişim gerçekleşir. B’yi ateşleyen hücrelerden biri olarak A’nın etkinliği artar.”
“Hebb’in demeye çalıştığı, öğrenme sık kullanılan bağlantıların güçlendirilmesinden oluşur.” (s. 233)
Kültür Muamması isimli 8. bölüm, adından da anlaşılacağı üzere kültür kavramıyla ilgili bakış açılarını sunuyor bizlere.
“Günümüzde dünyaya gelen her çocuk kalıtımla belli bir gen takımı alır, deneyimlerden de çok şey öğrenir. Fakat edindiği başka şeyler de vardır: kelimeler, düşünceler, uzakta ya da uzun zaman önce başka insanların icat ettiği araç gereçler. İnsan türü dünyaya hakimken gorillerin soyunun tükenme tehlikesi altında olması aramızdaki %5’lik DNA farkından kaynaklanmaz, hatta sebep belirli bir kültür uyarınca hareket edebilmemiz bile değildir; nedeni, kültürel birikim ve kıtadan kıtaya, nesilden nesle bilgi aktarabilmemizdir.” (s. 238)
Burada 12 adamdan ikisiyle konuya giriş yapıyor Ridley: “Kültür insan doğasını şekillendirir” diyerek antropolojide bir reform gerçekleştiren Boas ve “sosyal hadiseler sadece sosyal algılarla açıklanabilir, biyolojik bir açıklama gerektirmez” diyerek Boas’tan daha az sağduyulu bir görüşü savunan Durkheim. Durkheim, Boas’ın aksine sosyolojiyi boş sayfa görüşünün rotasına sokmuştur.
“Çevrenin önemini belirtmesine karşın Boas boş sayfa görüşünün aşırı uç bir noktasında yer almıyordu. Bireyle ırk arasındaki önemli ayrımın farkındaydı. Bireyler arasındaki doğuştan gelen büyük kişilik farklarını, ırklar arasındaki doğuştan gelen farklılıklardan saymamak gerektiğini anlamıştı. Bu görüşün genetik açıdan doğru olduğu daha sonra Richard Lewontin tarafından kanıtlanacaktı.” (s. 241)
“Genlerin hem doğanın hem de yetiştirmenin kökeninde olduğu iddiamı sürdüreceksem, genlerin kültürün oluşmasını nasıl mümkün kıldığını açıklamam gerekir. Kültürel bir uygulamaya yönelik genler olduğunu ileri sürerek değil, çevre şartlarına tepki veren genler olduğunu bir kez daha ileri sürerek bunu yapmaya niyetliyim; yani genleri esas neden olarak değil, mekanizma olarak sunacağım.” (s. 247)
Bunu diyerek en yakın akrabalarımız olan şempanzelere ve onların kültür oluşturma süreçlerine ilişkin bilgi yüklemeye başlar Ridley. Bu kısımda son zamanlarda sinirbilim camiasından popüler bilime geçiş yapmayı başarmış ilginç bir konu olan ayna nöronlar ve onların kaşifi olan Rizzolatti’ye değinmeden geçmemiş. (Ayna nöronlar, hayvan hem bir eylem gerçekleştirdiğinde hem de aynı eylemi bir başkası gerçekleştirdiğinde etkinleşen sinir hücreleridir.)
Elbette kültür dendiğinde aklımıza ilk gelen şey olan dil yeteneği de yine bu bölümde detaylıca ele alınıyor. ASPM, FOXP2 gibi genleri hatırlatarak, “kültüre imkan veren genlere” kısaca ve oldukça temkinli bir şekilde değiniyor Ridley:
“Fakat bilimin araştırmalarında böyle kilit bir gene bu kadar erken bir aşamada rastlanmasını beklemek fazla iyimserlik olurdu, o yüzden FOXP2 geninin yanıt olduğunu sanmıyorum. Az sayıdaki gende değişim gerçekleştiğini tahmin ediyorum, çünkü söz konusu sıçrama anidir, bilimin bu genleri açığa çıkarması da uzun sürmeyebilir. ... Genler makinenin dişlileridir, gökteki tanrılar değillerdir. Hem dış hem de iç etkiler yüzünden hayat boyunca açılıp kapanırken görevleri çevreden gelen bilgiyi soğurmaktır, en azından geçmişte biriktirilmiş bilgiyi aktaracak kadar. Genler bilgi taşımaktan fazlasını yapar; deneyimlere tepki verirler.” (s. 271-272)
Gen’in Yedi Anlamı isimli 9. bölüm 12 adamımızdan biri olan De Vries ile başlıyor. De Vries kendisinden yaklaşık 44 yıl önce kalıtım yasalarını ortaya koyarak genetiğin temellerini atmış olan Gregor Mendel’den çaktırmadan etkilenmiş ve 1900 yılında konuyla ilgili radikal bir kuram yayınlamıştı:
“Organizmaların kendilerine özgü özellikleri ayrı birimlerden meydana gelir” diyerek Pangen adını verdiği kalıtım partiküllerinin, tür bariyerine takılmadığını ileri sürmüştü. 1909 yılına gelindiğinde “pangen” kelimesi yerine “gen” deniyordu. (Hatırlatma: Darwin, Türlerin Kökeni’ni De Vries’in kuramından tam 41 yıl önce 1859’da yayımlamıştı.)
Bu bölümde gen kavramına bu şekilde giriş yaptıktan sonra genlerle ilgili çeşitli tanımlar ele alınıyor. Aralarında belki de en aşina olduğumuz Dawkins’in bencil gen kavramına yönelik eleştirilere de değiniyor Ridley.
“En çok Richard Dawkins’in ‘bencil gen’ deyişiyle bilinen bu kavram birçok insana büyülüymüş gibi gözükür. Teleolojik düşünceye o kadar alışmışlardır ki zihninde bencillik amacı olmadan bir genin nasıl bencilce hareket edeceğini düşleyemezler.” (s. 281)
Ayrıca çok önemli bir konu olan cinsel seçilime de değinmeden geçmiyor. Bu anlamda erkekliğin gelişiminde kilit rol oynayan ve Y kormozomunda yer alan SRY geninden bahsediyor.
“Cinsel seçilim, Darwin’in uzun süre yadsınmış öteki kuramıdır. En uygun bireyin hayatta kalmasını değil, üremesini öngörür.” (s. 284)
“Genelgeçer bir tanımla, memeli embriyonunun erkekleşmek için tüm ihtiyacı tek bir SRY genidir, dişi olmak için de aynı genin çalışan bir versiyonundan mahrum olunmalıdır.” (s. 282)
Çelişkili Dersler Bütçesi isimli 10. bölümde, ana fikir olarak Ridley’nin vermek istediği görüş şudur: “Genlerden korkmayın. Onlar tanrı değildir; onlar çarkın dişlileridir.” Ayrıca ebeveynlerin, akranların ve ırkların çocukların kişilik gelişimlerine etkileri anlatılıyor, tabi ki genlerin de. Örneğin yüksek faaliyetli MAOA genlerine (bu gen X kromozomunda yer alır) sahip olanların küçükken kötü muamele görmeye bağışıklık gösterdiğini biliyor muydunuz? Bunlar kötü muameleye rağmen büyüdüklerinde pek sorun yaşamıyormuş. Ama aynı kötü muameleyi gören ve bu geni düşük faaliyet gösteren bireyler büyüdüklerinde antisosyal oluyormuş. Genlerin kişiliğimize bu kadar etki ediyor olmasının, benim gibi bir “bencil gen” taraftarını bile epey şaşırttığını söylemeliyim. Bu bölümde anne babanız, kardeşleriniz ve tabi ki kendiniz hakkında çok faydalı bilgiler bulacağınıza eminim.
Bu bölümde ilginizi çekeceğini düşündüğüm bir diğer konu da şu bizim meşhur “özgür irade” meselesi. Bununla ilgili sadece bir alıntı yapmakla yetineceğim. Kararı, kitabın tamamını okuduğunuzda kendiniz verirsiniz; ama yine de anahtar kelimenin “dairesel nedensellik” olduğunu söyleyerek bir ipucu vermiş olayım. Özgür iradeyle ilgili videoyu izlemek için tıklayın.
“Alman felsefeci Henrik Walter, eksiksiz bir özgür irade idealinin gerçekten bir yanılsama olduğuna, fakat insanlarda bunun daha aşağı bir biçiminin bulunduğuna inanır. Buna doğal özerklik der ve bunun beyin içindeki geri bildirim döngülerinden türediğini söyler. Bu döngülerde bir sürecin sonuçları, bir sonraki sürecin başlangıç koşullarını oluşturur. Beyindeki sinir hücreleri, daha mesajlarını göndermeyi bitirmeden, alıcıdan yanıt alırlar. Bu tepki gönderdikleri mesajı değiştirir, mesaj da verilen tepkiyi değiştirir vs. Bu görüş birçok bilinç kuramının temelidir ... Genler bile boğazına kadar dairesel nedenselliğe batmıştır. Beyin biliminde son yıllarda yapılmış uzak ara en önemli keşif, hem genlerin eylemlerden hem de eylemlerin genlerden etkilendiğinin anlaşılmasıdır. Öğrenme ile bellek işlerini yürüten CREB genleri davranışların sadece sebebi değildir; aynı zamanda sonuçlarıdır.” (s. 322-323)
10. ve son bölümün ismi Homo Stramineus: Hayali Düşman. (Stramineus, samandan veya çöpten yapılma anlamına gelir.) Bu bölümü çok kısa iki alıntıyla özetleyerek, başta düşündüğümden çok daha uzun hale gelen yazımı artık sonlandırıyorum. Umarım bu önemli eseri alıp okumanız konusunda bir parça da olsa sizleri teşvik edebilmiş, hiç değilse okumayacak olanların temel kavramlara aşina olmasını sağlayabilmişimdir:
“Bir görüşün doğru olması, başka bir görüşün yanlış olduğunu kanıtlamaz.” (s. 326)
“Bu deneyler, varlıkların esnek olabilmesi anlamında genlerin duyarlılık örneği olduğunu, deneyimlere hizmet ettiğini gösterir. Doğa-yetiştirme tartışması öldü. Yaşasın yetiştirme aracılığıyla doğa!” (s. 328)
Kitabın yazarı hakkında bilgi: 1958 doğumlu Matt Ridley, doktorasını Oxford Üniversitesi zooloji dalında yapmış bir popüler bilim yazarıdır. İngiliz yazarın eserleri birçok dile çevrilmiş ve ona çeşitli ödüller kazandırmıştır. Üç yıl Wall Street Journal’da insan doğasının bilimi ve çıkarımları konusunda yazılar yazmış, halihazırda da The Times dergisinde bilim, çevre ve ekonomi konularında köşe yazarlığı yapmaktadır.
Şu yazılar da ilginizi çekebilir: